İSLÂM’IN GELDİĞİ DEVİRDE FALCILIK

İSLÂM’IN GELDİĞİ DEVİRDE FALCILIK VE HZ. PEYGAMBERİN FAL KARŞISINDAKİ TUTUMU

İslâm dini ilk etapta, toplum içinde yaygın olan falcılık ve çeşitleri gibi gelenekleri benimsememesine rağmen hemen yasaklama yoluna gitmemişti. Çünkü İslâm, bu geleneklerin birtakım yanlış inanışlardan kaynaklandığını, bu tür problemlerin temeline inmeden meseleyi yüzeysel olarak halletmeye kalkışmanın boş bir çabadan başka bir anlam ifade etmeyeceğini biliyordu. İlahî nizam böyle bir metoda başvurmaktan uzaktı. Bu yüzden İslâm her şeyden önce, insanın gönlündeki inanç düğümünden başlamış, cahili inançlann ve düşüncelerin hepsini kökünden söküp atıp bunun yerine İslâm düşüncesini yerleştirmeyi tercih etmiştir.

İslâm’ın sarsılmaz düşüncesi, fıtrata dayalı olan kaidenin derinliklerine yerleştirmekle yola koyulmuştur. İnsanlara birden fazla ilaha inanmayla ilgili düşüncelerinin bozukluğunu açıklamış ve onları gerçek olan tek bir ilaha iletmiştir. Bu gerçek ilahı tanıdıktan sonra, gerçek ilahın sevdiği ve hoşlandığı şeylere kulak vermeye başlamışlardır. Ondan önce bu direktiflere kulak vermezlerdi! Bir emre, bir yasağa bağlılık gösteremezlerdi. Bu yasak ne kadar kendilerine hatırlatılsa, ne kadar nasihat edilse de, bu emir ve yasaklar kendilerini Cahiliye alışkınlıklarından koparamaz. Zira insan fıtratının ilk bağı, akide bağıdır.

Her şeyden önce, bu akide bağı oluşturulmadan insanın fıtratında ahlâka, eğitime ve sosyal bir inkılâba yol açmak mümkün olmaz. İşte insan fıtratının anahtan buradadır. Bu fıtrat kendi özel anahtarı ile açılmadığı sürece, hâzineleri kapalı kalacak, doğru yolu bulamayacaktır. Ne zaman bir pencere açılsa, bir başka pencere kapanacak, bir taraf aydınlansa, öbür taraflar karanlıkta kalacak, bir düğüm çözülse, pek çok düğümler kapalı kalacaktır. Ne zaman bir geçit açılsa, birçok geçitler ve yollar kapanacaktır. Ve bu hâl sonsuza kadar devam edip gidecektir. Bu nedenle İslâm, ca hiliye’nin pek çok sapıklıklarından sadece bir bölümünü tedaviye başlamamıştır. Öncelikle en köklü mesele olan akideden işe başlamıştır “Allah’tan başka ilâh yoktur.” sözünde ifadesini bulan bu temel inanç ilkesinin yerleştirilmesi on üç sene gibi uzun bir dönemi kapsamıştır.

Bu esnada bu temel gayeden başka hiçbir gaye yoktu. Bu temel gaye de insanlara gerçek ilâhlarım tanıtma, onlan bu tek ilâha kul yapma, insanlan O’nun otoritesine bağlama gayesidir. Yapılan mücadeleler neticesinde insanlar kendilerini Allah’a adamış, Allah’ın kendileri için seçtiğinden başka hiçbir dinî seçenek olmadığını idrak etmişlerdi. Toplum inanç alanında istenen olgunluğa eriştikten sonra ibadet nitelikli semboller de dahil olmak üzere ahlâkîamelî yükümlülükler gelmeye başlamıştır. Böylece inanç ve itikat alanından sonra, Cahiliye’nin sosyal, ekonomik, psikolojik, ahlakî ve günlük hayata ilişkin kalıntılarının temizlik işlemi başlamıştır. Başka bir ifade ile emirler ve yasaklar “Islâm’dan” sonra, inanç hayatındaki ruhî olgunlukla birlikte teslim oluştan sonra, Müslüman’ın içinde hiçbir tereddüt kalmadıktan sonra, Allah’ın emrine rağmen kendisinin herhangi bir görüşü ve seçeneğinin olabileceğini düşünmez duruma geldikten sonra başlamıştı. Böylece en büyük düğüm, yani şirk ve küfür düğümü çözülmüş, ardından da diğer bütün düğümler peş peşe çözülmüştür.

Kur’ânı Kerîm’de fal kelimesi geçmemektedir. Bununla birlikte Cahiliye dönemi âdetlerinden biri olan şans okları ile fal tutup kısmet arama “ezlâm” uygulaması meâlen, “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir.”47 ayetiyle yasaklanmıştır. Fal, içki, kumar ve putlarla aynı kategoriye de ele alınarak günahın büyüklüğü, yapılan işin çirkinliği ortaya konularak yasaklanmıştır. Burada üzerinde durulması gereken bir husus şudur ki; fal bütün insanlığı kemiren, her asır ve devirde rağbet görmüş bir hastalık olmasına rağmen bazılarınca zelle olarak değerlendirilmiştir. Oysa ki Allah’ın (celle celâluhû) beyanında şarap, kumar ve putlann birlikte ele alınması gösteriyor ki; bütün çeşitleriyle diğerleriyle aynı büyüklükte bir cürüm ve suçtur.

Yine bununla ilgili olarak İslâm inancına göre gayb problemiyle karşılaşıyoruz. Allah’tan başkası gayba muttali olamaz, bilemez. Kur’ân’da Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bile gaybı bilemeyeceği şu âyeti kerimeyle mealen bildirilmektedir.“ De ki: Ben size, Allah’ın hâzineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım.” Diğer bir âyette de Ce nabı Allah mealen: “Gaybm anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir tadır.” buyurarak gayb bilgisinin sadece Allah’a ait olduğunu vurgulamıştır. Buna ilâveten kâinatı duyular ötesi âlem (âlemü’lgayb) ve duyular âlemi (âlemü’şşehade) şeklinde ikiye ayıran ve her ikisinin de mutlak hâkimiyetinin Allah’a ait olduğunu bildiren “ De ki: Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi de aşikârı da bilen Allah!

Kullarının arasında, ayrılığa düştükleri şeyin hükmünü ancak sen vereceksin.” mealindeki âyet ise sadece gaybın değil; duyular âleminin dahi gerçek bilicisi ve ait olan hükümleri verecek olanın yalnız Allah olduğunu ifade etmektedir. Âyetlerde de görüldüğü gibi Allah (celle celâluhû), bildirdikleri müstesna, ısrarla gaybı kendinin bildiğini; kimsenin gayba muttali olamayacağını vurgulamaktadır. Buna ilaveten “Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir.” “O, bütün görülmeyenleribilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.” mealindeki âyetler de aynı hakikati vurgulamakta; peygamberin ise Allah’ın izni ile gaybdan bazı hususları bileceğini belirtmektedir.

Falcılık, şeytanın kötü işlerinden biridir. Çünkü şeytan, insanları aldatmak için değişik vasıta ve vesileler kullanır. İnsanın bu en büyük hasmmda hiç insaf yoktur. Onun en büyük göze batan özelliği, insanoğluna açıktan savaş ilan etmiş olmasıdır. Değişik stratejiler uygulamak suretiyle onları vuracağını bizzat kendisi ifade etmiştir. Nitekim “Ant içerim ki ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım, onların çoğunu şükrediciler olarak bulamayacaksın.” mealindeki âyet şeytanın ağzından onun insan için çeşitli metotlarla kendisini saptıracak bir düşman olduğunu bildirmektedir.

Şeytan teker teker şahıslarla uğraştığı gibi, cemiyetle de uğraşır. İnsanların arasını açan bütün kötülükler onun işidir. Kur’ ân mealen: “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” buyurarak şeytanın bu yönüne de işaret eder. İçki, kumar ve fal, hem ferdî hem de toplumu yiyip bitiren birer mikroptur. Bu illetlere müptela olan fert, “A’layı illiyyin”e namzet olmaya layık iken tefessüh edip kendini mahvettiği gibi, aile hayatını ve bulunduğu cemiyete zararlı bir hâl alarak kendini huzursuz ve boşlukta tatminsiz hisseder. Böyle fertlerin bulundukları topluma da faydalı olmaları tekrar kazandırılmaları zor olan bir iştir. Ayrıca Kur’ânı Kerîm’de mealen. “Dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır…” buyrularak bu yolla kısmet aramanın haram olduğu da belirtilmiştir. Âyette geçen fal oklarını, Cahiliye Arapları üç şekilde icra etmekteydiler: Biri, üç ok ile çekilen fal ; diğeri, Kâbe’ye yerleştirilmiş olan Hü bel putunun yanında bulunan yedi okla çekilen fal; üçüncüsü ise, on ok ile çekilen kur’a idi.

Bir önceki yazımız olan BEDEN VE YÜZDEKİ DEĞİŞİK FAL YORUMLARI başlıklı makalemizi de okumanızı öneririz.

Leave a comment