Kaderi İlâhî Açısından Falcılık

Kaderi İlâhî Açısından Falcılık

Kelime olarak kader, ölçme, takdir etme, biçime koyma ve şekillendirme gibi manâlara gelir. Arapça’da (Kadera), ‘takdir etti, hisselere ayırdı ve herkese payını bölüştürdü’ mânâsına gelirken bir de aynı kelimenin, “güç yetirdi, muktedir oldu” gibi manalan vardır. ‘Kader’e ıstılah olarak ‘Allah’ın (celle celâluhû) kaza olarak takdir ve hükmettiği şeydir.’ diye bir tarif getirilebilir.

Kader ve cüzü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imamn cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü’min, her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâbı Hakk’a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için, cüzü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona “Mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.

Evet, kader, cüzü ihtiyarî, iman ve İslâmiyet’in nihayet me râtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüzü ihtiyarî, ademi mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâili imaniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfusu emmârenin işledikleri seyyiâtmm mes’uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak; ve onlara in’âm olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz ü ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sırrı kadere ve hikmeti cüzü ihtiyariyeye zıt bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir.

Evet, mânen terakki etmeyen avam içinde, kaderin câyı istimali var. Fakat, o da mâziyat ve mesâibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa maâsî ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atâlete sebep olsun. Demek, kader meselesi, teklif ve mes’uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imana girmiş. Cüzü ihtiyarî, seyyiâta merci olmak içindir ki, akideye dahil olmuş; yoksa mehâsine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.

Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan, seyyiâtmdan tamamen me s’uldür. Çünkü seyyiâtı isteyen odur. Seyyiat, tahribat nevinden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir, müthiş bir cezaya kesbi istihkak eder: bir kibritle bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünkü hasenâtı isteyen, iktiza eden rahmeti İlâhiye ve icad eden kudreti Rabbâniyedir. Sual ve cevap, dâi ve sebep, ikisi de Hak tandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahip olur.

Fakat seyyiâtı isteyen nefsi insaniyedir: ya istidat ile, ya ihtiyar üe. Nasıl ki, beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiâtı, çok mesâlihi tazammun eden bir kanunu İlâhî ile icad eden yine Haktır. Demek, sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes’ uliyeti o çeker. Hakka ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır. İşte, şu sırdandır ki, kisbi şer, şerdir; halkı şer, şer değildir.

Kader ilim nev’indendir. Allah’ın ilmi, manzarı alâdan (çok yüksek bir noktadan) olmuş ve olacak bütün eşyaya bir anda ve bir noktaya baktığı gibi bakar. O’nun ilminde, sebepnetice, başlangıç ve sonuç iç içedir ve hepsi tek noktanın içindedir. Yani O’nun için orada önce ve sonra diye bir şey yoktur. Cenabı Allah’ın ilmi her şeyi, bütün yönleriyle kuşatmıştır. Takdirini de bu ilmiyle yapmaktadır, işte bu takdir, iradî fiillerde, irade devre dışı bırakılarak yapılmamıştır.

Bir önceki yazımız olan İSLÂM’IN GELDİĞİ DEVİRDE FALCILIK başlıklı makalemizi de okumanızı öneririz.

Leave a comment