Rüyalarımızı yaratırken içgüdüsel olarak görselliğin dilini kullanıyor ve kendimizi doğal bir şekilde sembollerimizi daha karmaşık kalıplara dönüştürürken buluyoruz. Bu kalıplar, dünyamızı açıklayabilmek ve kendimizi anlamak için kullandığımız birincil araçlardır ve biz bunlara “hikâye” diyoruz. Uyanık yaşantımızda bir şeyi anlamazsak, yaşanan durumdan anlamlı temalar çıkarmaya çalışır ve bu kalıpları hikâyeler olarak birbiriyle ilişkilen-diririz. Zorlu bir durum hakkında araştırma yaparken genelde, “Arka planındaki hikâye ne?” diye sorarız ve eğer gördüğümüz kalıpların birbirinden ayrıldığını ve anlamsızlaştığını hissedersek “Konudan koptum,” deriz.

Kimi zaman rüyalarımız bize fâni ve asılsız gibi görünebilir; ama dünya edebiyatının en büyük ve kalıcı çalışmaları, yazarlarının kendi bilinçaltı farkındalıklarım araştırmaları sonucu ortaya çıkmıştır. James Joyce, İrlanda’nın en yetenekli öykücülerindendi ve onun sevilen üslubu her ne kadar “bilinç akışı” olarak ifade edilse de, ona “bilinçsizlik akışı” demek daha doğru olurdu. Joyce’un en ünlü romanlarından biri olan Ulysses, Homeros’un epik şiiri Odysseia da Odysseus’un düşsel yolculuğuna dayanan, biçimsel ve efsanevi bir kalıp içerisinde bilinçdışı bir imge akışıdır. Joyce, bilinçsizlik akışını daha fazla düşsel imgesellik ve sesteşlilikle Finnegans Wa/ce(Finnegan’ın Uyanışı) romanında da sürdürdü.

Bir başka büyük öykücü, oyun yazarı ve şair, William Shakes-peare, dramlarının dokunaklı muhteşemliğine temel olarak sık sık kendi rüyalarını kullandı. Shakespeare’in tiyatro oyunlarının çoğu, rüya dramatizasyonu olarak ortaya çıktı: İlk başlarda, VI. Henry ve III. Richard gibi erken dönem hikâyelerindeki rüyaları ve kehanetleri, Macbeth’teki hançer sahnesi ve Juliet’in Romeo’ya verdiği hayat öpücüğü sahnesi takip etti. Rüyalarını temalarına temel olarak kullanan Shakespeare’in birçok oyununun düşsel sahneleri vardı; Bir Kış Masalındaki Bohemya ormanı, Prospero’nun Fırtına’dakı büyülü adası ve Bir Yaz Gecesi Rüyasının düşsel dünyası gibi.

William Shakespeare ve James Joyce, edebî devler olarak met-hedilseler de rüyalarımızda hepimiz birinci sınıf yazar ve senaristleriz. Rüyalarımız sadece bir boşluğu tarif etmekle kalmayıp aynı zamanda yaratıcı bir şekilde onun içini inşa etmek için mecazi imgelemeyi kullanan ve istem dışı yazılmış şiirler gibidir. Rüyalarımızda yarattığımız öyküler, iç yaşantımızdaki derin bir anlamı dışarıdaki uyanık yaşantımıza aktararak bizi her zaman bizim ötemizdeki bir şeye bağlamaya çalışır. Biz deneyimlerimizin parçalarını bağlayarak anlamlı kalıplar kurdukça, bilinçdışı farkındalığımız da hayatımızdaki büyük öyküleri açıkça ifade eder.

Rüya kalıplarımız gibi, uyanık yaşantımızda anlattığımız hikâyeler de bir dizi ana kalıba dayanır. En güçlü modern hikâyelerimiz, genellikle eski ve kalıcı masalların farkında olmadan yeniden anlatılmasıdır. Peter Benchley’in romanından uyarlanan Steven Spielberg’in Jaws\, 1.200 yıllık Beowulf destanına kasıtlı olmasa da olağanüstü derecede benzemektedir. Epik bir Anglosakson kahramanlık destanı olan Beowulf, su canavarı Grendel tarafından yönetilen kıyı kasabası Heorot’ta geçer. Rüya öykülerimiz, uyanık gerçekliğimizi; doğrudan, tüm sanat, psikoloji, spiritüellik ve mitolojinin temelini oluşturan büyük gerçekliğin öykülerine bağlar.

Leave a comment