Ocak 2018

Katı madde eğer çoğunlukla boş mekânsa neden katıdır?

Dönen bir uçak pervanesini düşünün. Elektronik flaşla baktığınızda pervanenin diskin küçük bir parçasını işgal ettiğini görürsünüz. Bir poz alırsanız bu kez de tüm diski tamamıyla işgal ediyor görünür. I. Dünya Savaşı’nda savaş pilotları makineli tüfek kurşunlarını dönen pervanelerin arasından sorunsuzca ateşleyebiliyorlardı. Ama kurşun yerine pervane bölümünden bir beyzbol topu fırlatıyor olsalardı, top ya parçalara ayrılacak ya da çarpıp geri dönecekti. Atomlardaki elektronlar da aynıdır. Hızlı bir alfa parçacığı, elektron bulutunun içinden hiçbir engelle karşılaşmamışçasma rahatlıkla geçer. Bir büyük ve yavaş atomsa yaklaştığı atoma çarparak, katı bir küreyle karşı karşıyaymışçasma geri püskürtülür.

Dirseğinizi masaya yasladığınızda sizin atomlarınızla masanın atomları karşı karşıya gelir. Her bir atomun içindeki hızla dönen elektronlar (veya elektron bulutları) diğer atomun içe girmesini engeller. Birbirlerine katı toplar gibi davranırlar. Aslında atomun tam manasıyla bir dış yüzeyi ya da kenarı olmadığı için, fizikçiler atomların birbirlerine “dokunduklarında” ne olduğundan değil, birbirlerine uyguladıkları kuvvetler üzerine konuşmayı tercih ederler. Aralarındaki uzaklık küçükse atomlar birbirini çeker, ancak daha da yakın hale geldikleri belli bir noktada birbirlerini itmeye başlarlar ve çok yakınlaştıklarında da iki atomun birbirine karışmasını engelleyecek şekilde itici güç olağanüstü büyür.

Kuantum dünyasında sıkça görüldüğü üzere, ne sonuç alacağınız hangi deneyi yaptığınıza, neyi ölçtüğünüze bağlıdır. Varsayımsal olarak eğer bir atomu diğerine doğru yuvarlarsanız, sonuç diğer atomun görünüşe göre belli büyüklükte bir katı top olduğunu açığa çıkartacak şekilde, yollanan atomun sekip dönerek uzaklaşmasıdır. (Şekil 4)

Yaşanan, bir bovvling topunu başka bir bowling topuna doğru yuvarladığınızda olanlara benzer. Maddenin katı olduğuna hükmedersiniz ve dirseğinizin masanın içine neden girip içe doğru batmadığını anlarsınız. Ama atoma bir “kurşun” (bir alfa parçacığı veya elektron cinsinden) göndermiş olsaydınız

Şimdi kuantum fiziğinin temel bir sorusuna sıçramama izin veriniz: Atomdaki elektron, parçacık mıdır yoksa dalga mıdır? Sıklıkla karşılaşılan yanıt her ikisi de olduğudur. Kendisini belli bir bölge boyunca uzanan bir olasılık dalgası içerisinde yaymış bir parçacıktır. Kendisini sınırları belli olmayan amorf bir bulut veya parçacık olarak gösterebilir, bu ona ner-den baktığınıza bağlıdır. Ben elektronun gerçekte bir parçacık olduğunu söylemeyi tercih ediyorum, çünkü bir noktada yaratılabilir, yok edilebilir veya ölçülebilir; ancak atom içerisinde hareket durumunda bulunması veya bir yerden başka bir yere dek yayınım yapmasından görüldüğü üzere, bir dalga olarak davranabilir.

Bu dalga/parçacık ikiliğinin görselleştirilmesi zordur, belki de imkânsızdır. Sağduyuyla, gündelik deneyimimize dayanarak ulaştığımız şeylerin olma biçimlerine dair beklentimizle çelişmektedir. Sağduyu bize bir şey, kuantum fiziği ise başka bir şey söyleyebilir. Bu rahatsızlık verici belki; ama şaşırtıcı olmamalıdır, çünkü sağduyumuz klasik dünyadaki deneyimimize dayanmaktadır. Kuantum dünyası hakkmdaki bilgilerimizi doğrudan duyularımız yoluyla değil, bir dizi ölçüm aleti aracılığıyla dolaylı olarak ediniriz. Kuantum dünyasının belki de sağduyuyla tutarlı olduğu açığa çıkabilirdi, ama öyle olmadığı görüldü. Bu gerçeğe alışmak zorundayız. Sarsıcı ve rahatsız edici olduğu doğru; ama aynı zamanda heyecan verici bir durum bu.

Budizm ve Bilim

Budizm ve bilim, bu son örnekte bilim en azından ilke olarak herhangi bir yazıtsal yetkiyi yadsıdığından, açıkça birbirinden ayrılmaktadır. Ancak iki araştırmacı gelenek arasında ilk iki alanda (ampirik deneyim ve muhakeme kullanımlarında) önemli bir yöntemsel kesişme vardır. Buna rağmen, günlük yaşamda üçüncü sınama yöntemini düzenli olarak ve alışkanlıkla gerçeklik üzerine kullanırız. Örneğin, doğum tarihimizi ebeveynlerimizin sözlü tanıklığı ve bir doğum belgesinin yazılı şahadetnamesine göre tanımlarız. Bilimde bile kendimiz deneyleri tekrarlamadan, deneycilerin elde ettiği ve editörlerin gözden geçirdiği dergilerde yayınlanan sonuçlarını kabul ederiz.

Bilimle olan ilişkim hiç kuşkusuz, karşılaştığım en açık fikirli insan ve en büyük entelektüellerden biri olan, dikkate değer fizikçi David Bohm ile tanıştığımda daha da arttı. Onunla ilk kez, Avrupa’ya yaptığım ikinci gezide, 1979’da İngiltere’de tanıştım ve ikimizin de kanı ânında birbirine ısındı. Gerçekten de daha sonradan Bohm’un da bir sürgün olduğunu, McCarthy dönemindeki baskılar sırasında Amerika’yı terk etmeye zorlandığını öğrendim. Hayat boyu süren ve karşılıklı entelektüel keşif içeren bir arkadaşlık kurduk. David Bohm bilhassa fizik alanında bilimsel düşüncenin en ince yanlarına yönelik anlayışımı yönlendirdi ve beni bilimsel dünya görüşünün en üst düzeyiyle yüz yüze bıraktı. Bohm ya da von VVeizsâcker gibi fizikçilerle ayrıntılı konuşmalarda söylenenleri büyük bir dikkatle dinlerken, anafikrin girift yanlarını kavrayabildiğimi hissederdim; ne yazık ki toplantı sona erdiğinde genellikle aklımda pek fazla bir şey kalmazdı! Yirmi yıl süresince Bohm ile uzun uzadıya fikir alışverişinde bulunmam, Budist sorgu yöntemlerini modern bilimde kullanılanlarla ilintilendirebilecek yollar üzerine kendi düşüncemi besledi.

Bohm’un sadece kendi profesyonel disiplininin maddi dünyasına değil, bilinç sorusu da dahil öznelliğin tüm yönlerindeki insan deneyinin tüm alanlarına karşı da olağanüstü açıklığını özellikle takdir ettim. Konuşmalarımızda nesnel bilimsel olanın dışında bilgi usullerinden anlayış ve incelemelerin değerini takdir etmeye hazır büyük bir bilimsel beynin varlığını hissediyordum.

Bohm’un örnek teşkil ettiği özel niteliklerden biri de, heyecan verici ve özde felsefi olan düşünce deneyleri yoluyla bilimsel bir sorgu yürütme yöntemiydi. Bu uygulama, basit bir anlatımla belirli bir varsayımın; normalde çürütülemez olduğu düşünülen önermeler için ne sonuçlar çıkartabileceğinin araştırılarak sınandığı hayali bir senaryo oluşturulmasını içerir. Einste-in’ın uzay ve zamanın göreceliliği üzerine çalışmasının önemli bölümü, zamanında geçerli olan fizik anlayışını sınayan böylesi düşünce deneyleri aracılığıyla yürütülmüştür. Bilinen bir örnek, kardeşlerden biri dünyada kalırken diğerinin ışık hızına yaklaşan bir uzay gemisinde yolculuk ettiği, ikizler paradoksudur. Gemideki kardeş için zaman yavaşlayacaktır. On yıl sonra dönecek olsa dünyadaki kardeşini kendisinden hatırı sayılır derecede daha çok yaşlandığını görecektir. Bu açmazın tam anlaşılması ne yazık ki benim yeteneğimin ötesine taşan karmaşık matematik denklemlerin kavranılmasını gerektirmektedir.

Bilimle olan ilişkimde Budist felsefi düşüncesiyle yakın benzerliğinden dolayı bu analiz yönteminden her zaman son derece büyük bir heyecan duydum. Bohm, Hint ruhani düşünürü Jiddu Krişnamurti ile çok zaman geçirirdi ve onunla bir seri diyaloga bile katıldı. Bohm ve ben, pek çok defalar nesnel bilimsel yöntemi meditasyon uygulamasıyla, yani aynı ölçüde ampirik olan Budist görüş açısıyla bağdaştırabilecek yollan araştırdık.

Deneysellik ve mantığın temel aşamaları Budizm ve bilimde benzer olmasına karşın iki sistem tarafından kullanılan ampirik deney ve mantık yürütme biçimlerini oluşturan unsurlarda derin farklılıklar mevcuttur. Budizm ampirik deneyden bahsederken, duyuların kanıtları kadar meditasyon hallerini de kapsayan, daha geniş bir deneysellik anlayışına sahiptir. Teknolojinin son iki yüz yılda kaydettiği gelişmelerden dolayı, bilim duyuların yetisini daha önceki çağlarda hayal bile edilemeyen ölçülere genişletebilmiştir. Bu sayede bilim adamları, hiç kuşkusuz mikroskop ve teleskop gibi güçlü aletlerin yardımıyla, hem hücreler ve karmaşık atom yapıları benzeri dikkate değer ölçüde ufak nesneleri hem de uzayın engin yapılarını inceleyebilmek için çıplak gözlerini kullanabilmektedirler. Bilim, duyuların genişleyen ufukları temelinde yargı sınırlarını insan kavrayışının erişebildiğinden daha ileriye götürebilmiştir. Artık fizikçiler kabarcık odalarında kalan izlere bakarak, nötron içindeki elementler de dahil olmak üzere, kuark ve gluonlar gibisinden atomların yapısal parçacıklarının varlığını sorgulayabilmektedirler.

Çocukken On Üçüncü Dalai Lama’ya ait teleskobu kurcalarken ampirik gözleme dayalı yargının kudretine ilişkin güçlü bir deneyim yaşadım. Tibet folklorunda Ay’daki tavşandan söz ederiz. Sanırım Avrupalılar tavşan yerine bir adam görüyorlar. Her neyse; sonbaharda bir dolunay akşamı, Ay özellikle berrak görünürken tavşanı teleskopla gözlemeye karar verdim. Şaşkınlık içinde gölgeler gibi duran bir şeyler gördüm. O denli heyecanlanmıştım ki iki öğretmenimin gelip teleskoptan bakmala-rı için ısrar ettim. Ay’daki gölgelerin varlığının, Ay’ın, Dünya’yla aynı şekilde, Güneş tarafından aydınlatılmasının kanıtı olduğunu iddia ettim. Şaşkın görünüyorlardı ama Ay’daki gölgeler algısının kuşkuya yer bırakmadığı kabul ettiler. Sonraları bir dergide Ay kraterlerinin fotoğraflarını gördüğümde aynı etkinin, kraterin içinde bir tarafta gölge olduğu ancak diğer yanda bu-

Ilınmadığının farkına vardım. Bundan yola çıkarak, aynı Dün-ya’da olduğu üzere, gölgeyi bırakan bir ışık kaynağı olması gerektiği yargısına vardım. Ay kraterlerindeki gölgelere neden olan ışık kaynağının Güneş olması gerektiğine hükmettim. Daha sonra, durumun gerçekte de öyle olduğunu keşfettiğimde çok heyecanlanmıştım.

Kesin olarak söylemek gerekirse bu mantık yürütme süreci ne salt Budizm’e ne de sadece bilime özgüdür; daha çok doğal olarak günlük yaşamda kullandığımız insan akimın basit bir etkinliğini yansıtır. Genç keşiş adaylarının bir mantık ilkesi olarak yargı yürütmeyle resmen tanışmaları, bir dağ geçidi üzerindeki duman sütununu uzaktan gördüklerinde insanın ateşin varlığına nasıl hükmedebileceğini içerir ve Tibet’te ateşin insan yerleşimine işaret ettiğini düşünmek doğaldır. İnsan, uzun bir gün boyunca yürüyüşün getirdiği susuzluğun ardından, bir fincan çay özlemi çeken bir yolcuyu kafasında rahatlıkla canlandırabilir. Yolcu, bu yargı yürütme sayesinde çay içme arzusunu yerine getirebilir. Duyular için doğrudan aşikâr olan gözlemlenen bir olgudan, saklı olan tahmin edilebilir. Bu mantık yürütme biçimi Budizm ve bilimde ortaktır.

Avrupa’ya ilk gezim sırasında, 1973’te yirminci yüzyılın büyük dehalarından bir başkasıyla, filozof Sir Kari Popper ile karşılaşma onuruna eriştim. Popper da benim gibi bir zamanlar (Nazi iktidarı sırasında doğduğu Viyana’dan) sürgün olmuş ve totalitarizmin en açık sözlü eleştirmenlerinden biri haline gelmişti. Böylece pek çok ortak noktamız olduğunu anladık. Onunla karşılaştığımda Popper, parlak gözlü ve entelektüel keskinliği engin, yetmişini aşmış, yaşlı bir adamdı. Otoriter rejimleri tartıştığımız sırada gösterdiği şevkten, gençliğinde ne denli zorlu birisi olduğunu tahmin edebiliyordum. Popper bu toplantıda, bilim ve din ilişkilerine ait sorulan araştır-maktansa daha çok büyüyen komünizm tehlikesi, totaliter siyasal sistemlerin tehlikeleri, bireysel özgürlükleri korumanın zorlukları ve açık bir toplumun sürdürülmesi konulan üzerinde durmayı tercih etti. Ancak bilimde yöntemle ilgili sorunları da tartıştık.

İngilizcem o sıralar şimdiki kadar iyi, çevirmenlerim de yetenekli değildi. Ampirik bilimin tersine, felsefe ve yöntem tartışmak daha çok beceri gerektiriyordu. Sonuç olarak David Bohm ve Cari von VVeizsâcker gibi kişiliklerle yaptığım toplantılara göre Popper ile karşılaşma fırsatından belki de daha az yararlanabildim. Ama dost olduk ve Surrey, Kenley’deki evinde çay içmeye gittiğim unutulmaz 1987 gezim de dahil; İngiltere’ye geldiğim her sefer onu yeniden gördüm. Bahçeciliğe ve çiçeklere, özellikle de orkidelere karşı özel bir sevgim vardır ve Sir Kari beni kendi hoş bahçesi ve serasında gezdirmekten büyük gurur duydu. O sıralar Popper’m bilim felsefesinde ve bilhassa da bilimsel yöntem sorusuna ilişkin ne kadar büyük bir etkisinin olduğunu keşfetmiştim.

Popper’m önde gelen katkılarından birisi bilimsel faraziyele-rin kanıt ve koşullarında tümevarım ve tümdengelim muhakemenin göreceli rollerini açığa çıkartmasında yatıyordu. Tümevarım derken deneysel olarak gözlemlenmiş bir dizi örnekten bir genelleme oluşturmayı kastediy^m?. Neden ve sonuç ilişkileri üstüne günlük bilgilerimizin çoğu tümevarımadır, örnek vermek gerekirse ateş ve duman arasındaki ilintinin tekrarlanan gözlemlerine dayanarak ateş olan yerden duman çıktığı genellemeşini yaparız. Tümdengelim genel gerçeklerin bilgisinden özel gözlemlere doğru işleyen, birincinin tersi bir süreçtir. Örneğin kişi 1995’ten sonra Avrupa’da üretilen tüm arabaların sadece kurşunsuz benzin kullandığını biliyorsa, bir arkadaşına ait arabanın 2000 yılında imal edildiğini duyduğunda kurşunsuz benzin kullanması gerektiği sonucuna varabilir. Doğal olarak bilimde bu biçimler, özellikle de tümdengelim çok daha karmaşıktır çünkü ileri matematik kullanımını gerektirir.

Rüya Hikâyeleri

Rüyalarımızı yaratırken içgüdüsel olarak görselliğin dilini kullanıyor ve kendimizi doğal bir şekilde sembollerimizi daha karmaşık kalıplara dönüştürürken buluyoruz. Bu kalıplar, dünyamızı açıklayabilmek ve kendimizi anlamak için kullandığımız birincil araçlardır ve biz bunlara “hikâye” diyoruz. Uyanık yaşantımızda bir şeyi anlamazsak, yaşanan durumdan anlamlı temalar çıkarmaya çalışır ve bu kalıpları hikâyeler olarak birbiriyle ilişkilen-diririz. Zorlu bir durum hakkında araştırma yaparken genelde, “Arka planındaki hikâye ne?” diye sorarız ve eğer gördüğümüz kalıpların birbirinden ayrıldığını ve anlamsızlaştığını hissedersek “Konudan koptum,” deriz.

Kimi zaman rüyalarımız bize fâni ve asılsız gibi görünebilir; ama dünya edebiyatının en büyük ve kalıcı çalışmaları, yazarlarının kendi bilinçaltı farkındalıklarım araştırmaları sonucu ortaya çıkmıştır. James Joyce, İrlanda’nın en yetenekli öykücülerindendi ve onun sevilen üslubu her ne kadar “bilinç akışı” olarak ifade edilse de, ona “bilinçsizlik akışı” demek daha doğru olurdu. Joyce’un en ünlü romanlarından biri olan Ulysses, Homeros’un epik şiiri Odysseia da Odysseus’un düşsel yolculuğuna dayanan, biçimsel ve efsanevi bir kalıp içerisinde bilinçdışı bir imge akışıdır. Joyce, bilinçsizlik akışını daha fazla düşsel imgesellik ve sesteşlilikle Finnegans Wa/ce(Finnegan’ın Uyanışı) romanında da sürdürdü.

Bir başka büyük öykücü, oyun yazarı ve şair, William Shakes-peare, dramlarının dokunaklı muhteşemliğine temel olarak sık sık kendi rüyalarını kullandı. Shakespeare’in tiyatro oyunlarının çoğu, rüya dramatizasyonu olarak ortaya çıktı: İlk başlarda, VI. Henry ve III. Richard gibi erken dönem hikâyelerindeki rüyaları ve kehanetleri, Macbeth’teki hançer sahnesi ve Juliet’in Romeo’ya verdiği hayat öpücüğü sahnesi takip etti. Rüyalarını temalarına temel olarak kullanan Shakespeare’in birçok oyununun düşsel sahneleri vardı; Bir Kış Masalındaki Bohemya ormanı, Prospero’nun Fırtına’dakı büyülü adası ve Bir Yaz Gecesi Rüyasının düşsel dünyası gibi.

William Shakespeare ve James Joyce, edebî devler olarak met-hedilseler de rüyalarımızda hepimiz birinci sınıf yazar ve senaristleriz. Rüyalarımız sadece bir boşluğu tarif etmekle kalmayıp aynı zamanda yaratıcı bir şekilde onun içini inşa etmek için mecazi imgelemeyi kullanan ve istem dışı yazılmış şiirler gibidir. Rüyalarımızda yarattığımız öyküler, iç yaşantımızdaki derin bir anlamı dışarıdaki uyanık yaşantımıza aktararak bizi her zaman bizim ötemizdeki bir şeye bağlamaya çalışır. Biz deneyimlerimizin parçalarını bağlayarak anlamlı kalıplar kurdukça, bilinçdışı farkındalığımız da hayatımızdaki büyük öyküleri açıkça ifade eder.

Rüya kalıplarımız gibi, uyanık yaşantımızda anlattığımız hikâyeler de bir dizi ana kalıba dayanır. En güçlü modern hikâyelerimiz, genellikle eski ve kalıcı masalların farkında olmadan yeniden anlatılmasıdır. Peter Benchley’in romanından uyarlanan Steven Spielberg’in Jaws\, 1.200 yıllık Beowulf destanına kasıtlı olmasa da olağanüstü derecede benzemektedir. Epik bir Anglosakson kahramanlık destanı olan Beowulf, su canavarı Grendel tarafından yönetilen kıyı kasabası Heorot’ta geçer. Rüya öykülerimiz, uyanık gerçekliğimizi; doğrudan, tüm sanat, psikoloji, spiritüellik ve mitolojinin temelini oluşturan büyük gerçekliğin öykülerine bağlar.

Atomun İçindeki Evren

Bilim ve Tinselliğin Kesişmesi

Bilimin kayda değer ilerlemeleri üzerine düşünerek yıllar geçirdim. Bilim ve teknolojinin kendi yaşamımın kısa süresi içerisindeki etkisi müthiş oldu. Bilime duyduğum ilgi, o zamanlar bana yabancı kalan, teknolojinin yönlendirdiği bir dünyaya karşı merakımla başlamış olsa da bir bütün olarak insanlık açısından taşıdığı devasa önemine uyanmam, hele de 1959’da sürgüne gittikten sonra, çok uzun sürmedi. Bugün insan hayatında bilim ve teknolojinin etkilerinin değmediği neredeyse hiçbir alan kalmamıştır. Yine de bilimin insan yaşamının tümündeki yeri konusunda yeterince açık mıyız? Bilim tam olarak ne yapmalı ve ne tarafından yönetilmelidir? Bu son nokta yaşamsal önem taşır çünkü bilim yönetimi bilinçli bir ahlâki itkiyle güdülmedikçe, tesirleri yarar getirmekte başarısız kalabilir. Aslına bakılırsa büyük zararlara da neden olabilirler.

Bilimin devasa önemini görmek ve güncel dünyadaki kaçınılmaz hâkimiyetini kabul etmek, ona karşı tavrımı temelden değiştirerek meraktan sıyrılıp bir çeşit ivedi işbirliğine geçmeme sebep oldu. Budizm’de en yüksek ideal, tüm duyarlı varlık-ıra karşı şefkat beslemek ve mümkün olan en geniş ölçüde onlarırı refahı için çalışmaktır. Çocukluğumun ilk yıllarından beri bu ideali yaşatmaya ve her hareketimde onu yerine getirmeye çalışmaya koşullandırıldım. Bundan ötürü bilimi anlamak istedim çünkü o bana gerçeğin doğasını anlamak üzere çıktığım kişisel araştırmada keşfedilecek yeni bir alan veriyordu. Kendi tinsel geleneğimden çıkıp gelen kavramaları iletmeyi zorunlu kılan bir hal sezdiğimden dolayı da onun hakkında bir şeyler öğrenmek istiyordum. Böylece dünyamızdaki bu kudretli güçle meşgul olma gereksinimi benim için aynı zamanda tinsel bir uyarı haline de gelmiş oldu. Can alıcı (dünyamızın refahı ve ayakta kalması açısından yaşamsal) mesele bilimin bu müthiş gelişimlerini insanlığın ve bu yeryüzünü paylaştığımız diğer duyarlı varlıkların gereksinimlerine fedakâr ve şefkatli hizmet sunan bir şeyler haline getirip getiremeyeceğimizdir.

Ahlâkın bilimde bir yeri var mıdır? Ben olduğuna inanıyorum. Her şeyden önce, bilim de başka her araç gibi iyi ya da kötü yolda kullanılabilir. Aracın hangi emele hizmet edeceğini onu elinde tutan kişinin düşünceleri belirler. İkincisi, bilimsel keşifler dünyayı kavrama biçimimizi ve onun içindeki yerimizi etkiler. Tüm bunların davranışlarımız üzerinde doğurduğu sonuçlar vardır. Örneğin dünyayı mekanik olarak algılama, doğanın sömürülmesinin genelgeçer uygulama haline geldiği, Sanayi Devrimi’ne yol açmıştır. Buna karşın ahlâkın bilimin sürdürülmesine ilişkin değil, sadece bilimin uygulanmasıyla alakalı olduğuna dair genel bir kanı mevcuttur. Bu modelde bir birey olarak bilim adamı ve genel anlamda da bilim adamları grubu, keşfettiklerinin doğuracağı sonuçlardan hiç sorumluluk duymadan, ahlâki olarak tarafsız bir konum işgal eder. Ama pek çok önemli bilimsel keşif ve bilhassa da bunların önünü açtığı teknolojik yenilik, yeni ahlaksal ve tinsel çelişkilerin çıkmasına yol açan yeni koşullar yaratır ve yeni olanaklar açar. Bilimsel girişimi ve bir birey olarak bilim adamlarını yeni bir gerçekliğin doğuşuna bulundukları katkının sorumluluğundan aklamakla yetinemeyiz.

Bilimin temel insan duygusu olan benzerlerimizle duygudaşlıktan asla ayrı tutulmayacağının güvence altına alınması belki de göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktadır. Bir insanın parmaklarının sadece avucuna bağlı olarak işlev görebilmesi gibi bilim adamları da etraflarındaki toplumla olan bağlarının farkında olmak zorundadırlar. Bilim yaşamsal önem taşır ama insanlık elinin sadece bir tek parmağıdır ve büyük potansiyeli ancak bu gerçeği sürekli aklımızda tutmaya gayret ettikçe yenilenebilir. Yoksa insanlık olması gerekenin tam tersine, sonunda kendini bilimsel ilerlemeye hizmet eder bulabilir. Bilim ve teknoloji kudretli aletlerdir ama onları en iyi şekilde nasıl kullanacağımıza biz karar vermek zorundayız. En önemlisi, bilim ve teknolojinin kullanımını yönlendiren güdüdür ki en doğru durumda yürek ve zihin onun içinde bütünleşir.

Benim için bilim her şeyden öte insanlığa maddi ve yaşayan dünyanın doğasını anlamada güçlü bir erişim sağlayan deneysel bir disiplindir. Bilim temelde bize deneysel dünya ve doğanın esas yasalarının inanılmaz ölçüde ayrıntılı bilgisini veren, deneysel verilerden anlam çıkarttığımız bir sorgu biçimidir. Bilim ölçüm, sayılandırma ve tekrarlanabilir deneylerle özneller arası doğrulamayı içeren çok belirgin bir yöntem aracılığıyla ilerler. En azından halihazırdaki paradigma çerçevesinde var olan bilimsel yöntemin doğası budur. Bu modelde değerler, yaratıcılık ve tinsellik de dahil olmak üzere insan varlığının birçok yönünün yanı sıra daha derin metafizik sorular da bilimsel inceleme sınırlarının dışında kalır.

Bilimin dışında kalan yaşam ve bilgi alanları olsa da, birçok insanın bilimsel dünya görüşünün tüm bilginin ve tüm bilinebileceğin esası olması gerektiğine ilişkin bir kanı taşıdıklarını mü-şahade ettim. Bu bilimsel maddeciliktir. Bu kavramı açıktan savunan bir düşünce ekolü tanımasam da yine de gözden geçirmekten kaçınılan bu düşünce çoğunluk tarafından peşinen doğru olarak kabul ediliyor gibi görünüyor. Bu görüş, ona tanık olanların müdahalesinden bağımsız, yansız bir dünya inancına arka çıkmaktadır. Bir deney içerisinde analiz edilen verinin önyargı, algı ve onları analize tabi tutan bilim adamının deneyiminden bağımsız olduğunu farz eder.

Bu görüşün altında son tahlilde, fizik tarafından tanımlanabildiği ve fizik yasalarınca yönetildiği kadarıyla maddenin var olan her şey olduğu varsayımı yatar. Buna uygun olarak, psikolojinin biyolojiye, biyolojinin kimyaya ve kimyanın da fiziğe indirgenebileceğim öne sürer. Buradaki endişem (her ne kadar kendi adıma paylaşmasam da) bu indirgemeci duruşa karşı itirazda bulunmaktan ziyade yaşamsal önemi olan bir noktaya dikkat çekmektir: Bu fikirler bilimsel malumat teşkil etmezler, felsefi temeline bakılırsa daha çok metafizik bir konumdurlar. Benim düşünceme göre gerçeğin tüm yönlerinin maddeye ve çeşitli parçacıklarına indirgenebileceği görüşü örgütleyici bir zekânın gerçekliği yaratıp denetlediği görüşü kadar metafizik bir görüştür.

Radikal bilimsel maddeciliğin başlıca sorunlarından biri de ortaya çıkan görüş darlığı ve bundan kaynaklanabilecek nihilizm potansiyelidir. Nihilizm, maddecilik ve indirgemecilik, kendimizi değerlendirdiğimiz biçimi zayıflatma olasılıklarından dolayı, her şeyden önce felsefi ve özellikle de insan bakış açısından sorun oluştururlar. Mesela kendimizi rasgele biyolojik yaratıklar veya bilinç ve ahlâk yetenekleriyle donatılmış özel varlıklar olarak görüp görmeyeceğimiz, kendimizi nasıl hissedeceğimiz ve diğerlerine nasıl davranacağımızı belirler. Bu görüşe göre insan olma (sanat, ahlâk, tinsellik, iyilik, güzellik ve hepsinden öte bilinç) ya tam gerçekliğin birçok boyutuna tepki veren nöronların kimyasal tepkimelerine indirgenir veya tamamen hayali olgular olarak ele alınır. Bu durumda insan varlıklarının, üreme mecburiyetinden başka bir amaçları olmayan biyolojik makineler, gelişigüzel gen bileşimlerinin sırf şansa kalmış sonuçları düzeyine indirilmeleri tehlikesi bulunmaktadır.

Yaşamın anlamı ya da iyi ve kötü gibi soruların böylesi bir dünya görüşü içine nasıl sığdırılabileceğini anlamak zordur. Sorun bilimin deneysel verilerinde değil, bu verilerin kendi başlarına yeni bir kapsamlı dünya görüşü veya dünya sorunlarını çözmede yeterli bir olanak oluşturabileceği savmdadır. İnsan varlığı ve gerçeğin kendisinde günümüz biliminin bizi eriştire-bileceğinden daha fazla olgu bulunur.

Aynı bağlamda, tinsellik de bilimin keşifleri ve kavrayışıyla yoğrulmalıdır. Eğer biz tinsel uygulamacılar olarak bilimin keşiflerini görmezden gelirsek, bu kafa yapısı yobazlığa götürebileceğinden, uygulamamız da bundan zarar görür. Budist meslektaşlarımı, kavrayışlarını Budist dünya görüşüne eklemleyebilmek için; bilimi incelemeye başlamaya teşvik etmemin nedenlerinden biri de budur.

Tarlalarını sürmek için sığırlardan yararlanan ve arpa hasat edildiğinde taneyi kabuğundan ayırmak için sığır kullanan fakir bir çiftçi ailesinde dünyaya geldim. Çocukluğumun ilk yıllarının dünyasında teknoloji olarak tanımlanabilecek belki de yegâne nesneler yerel göçebe savaşçıların olasılıkla British India’yı, Rusya veya Çin’den elde ettikleri tüfeklerdi. Altı yaşında Tibet başkenti Lhasa’da On Dördüncü Dalai Lama olarak tahta çıkarıldım ve Budizm’in tüm yönleri üzerine eğitime giriştim. Günlük okuma, yazma, temel Budist felsefesi ve yazılarla ayinlerin ezberlenmesi konularında bana ders veren özel öğretmelerim vardı. Kelime olarak “felsefe yardımcıları” anlamına gelen çok sayıda tsenşap da hizmetime verilmişti. Başlıca görevleri Budist düşünce konularında benimle tartışmaktı. Buna ek olarak uzun saatler süren dualar ve meditasyon tasavvurlarına katılıyordum. Özel öğretmenlerim dönemsel inzivaya çekiliyor ve düzenli olarak her seferinde iki saat süreyle günde dört defa meditasyon seansı yapıyordum. Bu, üst düzey bir lamanın Tibet geleneğine göre yürütülen oldukça tipik eğitimiydi. Ancak matematik, jeoloji, kimya, biyoloji veya fizik eğitimi almadım. Bunların varlığından bile haberdar değildim.

Potala Sarayı benim resmi kışlık mekânımdı. Bir dağın tüm bir yanını işgal eden kocaman bir yapıydı ve bin odası olduğu rivayet’edilirdi (şahsen ben hiç saymadım). Küçük bir çocukken, boş zamanlarımda odaların bazılarını keşfederek kendimi oyalardım. Bu hiç bitmeyen bir hazine avı gibiydi. Her türden şeyler bulunurdu, çoğunlukla da daha önceki Dalai Lamaların ve bilhassa da benden hemen önceki ardılımın eşyaları, bu odalarda saklanırdı. Sarayda olanlar arasında en çarpıcılar; on yedinci yüzyılda yaşayan ve Potala’yı genişleterek şimdiki haline getiren beşincisine kadar uzanan; önceki Dalai Lama’ların kalıntılarını içeren kutsal stupalardı. Ortalığa saçılmış bulduğum bu türlü türlü acayiplikler arasında On Üçüncü Dalai Lama’ya ait kimi mekanik nesneler vardı. En dikkate değer olanları; üç ayaklı bir payandaya takılabilen, pirinçten yapılma portatif bir teleskop ve çeşitli saat dilimlerinde zamanı gösteren, bir kaide üstüne yerleştirilmiş dönen bir küresi olan elde yapılmış mekanik bir zaman göstergesiydi. Bir de, Birinci Dünya Savaşı’nm hikâyesini anlatan bir depo dolusu İngilizce resimli kitap bulunuyordu.

On Üçüncü Dalai Lama’ya verilmiş hediyelerden bazıları dostu Sör Charles Bell’den gelmişti. Bell, Tibetçe konuşan Sık-kım’da kalan bir Britanya idari memuruydu. On Üçüncü Dalai Lama, Çin’deki son imparatorluk hükümeti ordularının işgal tehdidi üzerine 1910’da British India’ya kaçtığında, burada geçirdiği kısa süre boyunca ona ev sahipliği yapmıştı. Hindistan’daki sürgün ve bilimsel kültürü keşfetmenin, bana hemen bir önceki ardılımdan miras kalmış olması ilginçti. Çünkü daha sonradan anladığım üzere, On Üçüncü Dalai Lama için British India’da geçirdiği süre Tibet’te geniş çaplı toplumsal ve siyasal reformlar yapılması gerekliliğinin kavranmasına yol açan, ufuk açıcı bir deneyim olmuştu. Lhasa’ya geri döndüğünde telgrafı hizmete sokmuş, bir posta servisi kurdurmuş, Tibet’in ilk elektrik ışıklandırmasına enerji sağlaması için küçük bir jeneratör inşa ettirmiş ve ulusal madeni para ile kâğıt banknotların basılması için bir darphane oluşturmuştu. Modern, laik bir eğitimin de önemini takdir etmeye başlamış ve seçilmiş bir grup Tibetli çocuğu İngiltere’de rugby okulunda eğitime göndermişti. On Üçüncü Dalai Lama, ölüm yatağm-dayken; gelecekteki siyasal trajedinin büyük bölümünü öngören ve onun ardından gelen iktidarın tam anlamıyla kavramak veya kulak asmakta başarısız kaldığı, dikkate değer bir vasiyet bırakmıştı.

Kutsallık ve Ahlak

Üç Tohum

Bir çoğumuz ruhsal olmadığımızı düşünürüz ve ancak koşullar gerektirdiği zaman manevi gerçeklere yaklaşırız ve bunu biraz da şüphe ile yaparız. Belki de dinin veya manevi bazı eğitmenlerin bizi yakalamaya çalışıp, kısıtlayıp arayışımızı yönlendireceğinden kuşkulanırız. Hepimiz şüphe içindeyiz, çünkü hepimiz manevi ve içsel gerçekliklerden çok uzaklarda olduğumuzu, onların gerçekte ulaşılmaz olduğunu düşünmekteyiz.

Ben de kurumlara ve eğitmenlere şüphe duymanın uygun olacağını düşünüyorum. Ama kutsallık ve çok boyutluluk ile doğuştan var olan bağlantımıza kuşku duymanın da uygun olmadığını düşünüyorum. Hepimizin içinde var olan bir şeydir bu, sadece onu farketmemiz gerekir.

Çocukluğumuzdan beri hepimiz aşağıda belirtilen kendimize özgü, doğal duygulara sahibiz

• İçsel yaşama ve içsel kişiliğimize ait duygu

• Kutsallık duygusu

•Ahlak ve doğal adalet duygusu

Bunlar içimizde bulunan, sevilmesi ve büyütülmesi gereken tohumlardır.

Daha birer çocukken her birimiz bizi özel hissettiren gizli bir içsel duyguya sahiptik. Çevremizdeki yetişkinlerin gördüğü gibi sadece birer çocuk değil, kendi içsel ve efsanevi dünyalarımızın kahramanlarıydık. Doğal olarak aynı anda içteki ve dıştaki olmak üzere iki ayrı dünyada yaşıyor ve bu iki dünyayı deneyimlerimiz, oyun ve hayal gücümüz ile birleştiriyorduk. Bilincimiz görülen ve görülemeyen gerçeklikler içinde yaşıyordu.

Ancak büyüdükçe hayatın acı gerçekleri bazen yavaşça, bazen acımasızca ve aniden, ama kaçınılmaz bir biçimde bilincimize davetsiz bir şekilde girdi ve içsel dünyamız inzivaya çekildi. Buharlaşıp yok olmadı, ama psikolojik savunma katmanlarımızın altına gizlendi. Bu savunmalar gerçek dünyada varolabilmemiz için kendi ürünümüz olan davranışlar ve ruhsal durumlarımızdır.

Hepimiz bir zamanlar sınırsız gerçeklikler içinde yaşamış çocuklardık, ama sonra, yaşamın acı gerçekleri ile karşılaşınca, içsel evrenimizi bastırıp sindirdik. Yaşamımızın daha sonraki aşamalarında bir noktada, herhangi o-lası bir nedenden dürtülenerek, bu içsel yaşama geri dönme ihtiyacı hissetmişizdir. Bazen çocukça ve saf gözükebilecek bu içgüdü karşısında kafamız karışmış, hatta bazılarımızın utandığı bile olmuştur.

Tabii ki, yeniden o çocuk olmamız mümkün değildir. Zaman akıp geçti ve bizler de değiştik. Tekrardan uyanış aşamasında bazılarımızın deneyimlediği şaşkınlık ve u-tanç aslında basit bir hatadan kaynaklanan bir yanılsamadır. İhtiyacımız olan çocukluğumuzu geri kazanmak değil, çocukluk dönemimizin izin verdiği iç dünyamıza geçit sağlayan o bilinci yeniden elde etmektir. Bir zamanlar olduğumuz çocuklar olarak değil, şu andaki insanlar olarak – belki alayci, saldırgan ve duygusuz, belki analitik, hırslı ve sert, belki de cömert ve bilge-iç dünyamızı iyileştirmeye, canlandırmaya ihtiyacımız var. Kim olursak olalım, neye benzersek benzeyelim, yine de, ruhumuzun diğer boyutlarını tekrardan keşfetmek ve anlamak için şiddetli bir gereksinim var.

Çocukluğumuzdan bu yana bu harika içsel keşif yolculuğunu sürdüremediğimiz ve iç yaşamımıza sahip olamadığımız için pişman olmakta hiç bir fayda yok. Eğer iç dünyamızın keşfini bizler kendimiz başlatsaydık, araştırmalarımızı ne kadar akılcı yürütebilirdik ki? Kim bizlere destek ve yardımcı olacaktı? Belki de gerçekler ve kavrayacağımız şeyler üstesinden gelmek için çok derin ve a-cımasız, gereğinden fazla coşturucu veya trajik olacaktı.