Budizm ve bilim, bu son örnekte bilim en azından ilke olarak herhangi bir yazıtsal yetkiyi yadsıdığından, açıkça birbirinden ayrılmaktadır. Ancak iki araştırmacı gelenek arasında ilk iki alanda (ampirik deneyim ve muhakeme kullanımlarında) önemli bir yöntemsel kesişme vardır. Buna rağmen, günlük yaşamda üçüncü sınama yöntemini düzenli olarak ve alışkanlıkla gerçeklik üzerine kullanırız. Örneğin, doğum tarihimizi ebeveynlerimizin sözlü tanıklığı ve bir doğum belgesinin yazılı şahadetnamesine göre tanımlarız. Bilimde bile kendimiz deneyleri tekrarlamadan, deneycilerin elde ettiği ve editörlerin gözden geçirdiği dergilerde yayınlanan sonuçlarını kabul ederiz.

Bilimle olan ilişkim hiç kuşkusuz, karşılaştığım en açık fikirli insan ve en büyük entelektüellerden biri olan, dikkate değer fizikçi David Bohm ile tanıştığımda daha da arttı. Onunla ilk kez, Avrupa’ya yaptığım ikinci gezide, 1979’da İngiltere’de tanıştım ve ikimizin de kanı ânında birbirine ısındı. Gerçekten de daha sonradan Bohm’un da bir sürgün olduğunu, McCarthy dönemindeki baskılar sırasında Amerika’yı terk etmeye zorlandığını öğrendim. Hayat boyu süren ve karşılıklı entelektüel keşif içeren bir arkadaşlık kurduk. David Bohm bilhassa fizik alanında bilimsel düşüncenin en ince yanlarına yönelik anlayışımı yönlendirdi ve beni bilimsel dünya görüşünün en üst düzeyiyle yüz yüze bıraktı. Bohm ya da von VVeizsâcker gibi fizikçilerle ayrıntılı konuşmalarda söylenenleri büyük bir dikkatle dinlerken, anafikrin girift yanlarını kavrayabildiğimi hissederdim; ne yazık ki toplantı sona erdiğinde genellikle aklımda pek fazla bir şey kalmazdı! Yirmi yıl süresince Bohm ile uzun uzadıya fikir alışverişinde bulunmam, Budist sorgu yöntemlerini modern bilimde kullanılanlarla ilintilendirebilecek yollar üzerine kendi düşüncemi besledi.

Bohm’un sadece kendi profesyonel disiplininin maddi dünyasına değil, bilinç sorusu da dahil öznelliğin tüm yönlerindeki insan deneyinin tüm alanlarına karşı da olağanüstü açıklığını özellikle takdir ettim. Konuşmalarımızda nesnel bilimsel olanın dışında bilgi usullerinden anlayış ve incelemelerin değerini takdir etmeye hazır büyük bir bilimsel beynin varlığını hissediyordum.

Bohm’un örnek teşkil ettiği özel niteliklerden biri de, heyecan verici ve özde felsefi olan düşünce deneyleri yoluyla bilimsel bir sorgu yürütme yöntemiydi. Bu uygulama, basit bir anlatımla belirli bir varsayımın; normalde çürütülemez olduğu düşünülen önermeler için ne sonuçlar çıkartabileceğinin araştırılarak sınandığı hayali bir senaryo oluşturulmasını içerir. Einste-in’ın uzay ve zamanın göreceliliği üzerine çalışmasının önemli bölümü, zamanında geçerli olan fizik anlayışını sınayan böylesi düşünce deneyleri aracılığıyla yürütülmüştür. Bilinen bir örnek, kardeşlerden biri dünyada kalırken diğerinin ışık hızına yaklaşan bir uzay gemisinde yolculuk ettiği, ikizler paradoksudur. Gemideki kardeş için zaman yavaşlayacaktır. On yıl sonra dönecek olsa dünyadaki kardeşini kendisinden hatırı sayılır derecede daha çok yaşlandığını görecektir. Bu açmazın tam anlaşılması ne yazık ki benim yeteneğimin ötesine taşan karmaşık matematik denklemlerin kavranılmasını gerektirmektedir.

Bilimle olan ilişkimde Budist felsefi düşüncesiyle yakın benzerliğinden dolayı bu analiz yönteminden her zaman son derece büyük bir heyecan duydum. Bohm, Hint ruhani düşünürü Jiddu Krişnamurti ile çok zaman geçirirdi ve onunla bir seri diyaloga bile katıldı. Bohm ve ben, pek çok defalar nesnel bilimsel yöntemi meditasyon uygulamasıyla, yani aynı ölçüde ampirik olan Budist görüş açısıyla bağdaştırabilecek yollan araştırdık.

Deneysellik ve mantığın temel aşamaları Budizm ve bilimde benzer olmasına karşın iki sistem tarafından kullanılan ampirik deney ve mantık yürütme biçimlerini oluşturan unsurlarda derin farklılıklar mevcuttur. Budizm ampirik deneyden bahsederken, duyuların kanıtları kadar meditasyon hallerini de kapsayan, daha geniş bir deneysellik anlayışına sahiptir. Teknolojinin son iki yüz yılda kaydettiği gelişmelerden dolayı, bilim duyuların yetisini daha önceki çağlarda hayal bile edilemeyen ölçülere genişletebilmiştir. Bu sayede bilim adamları, hiç kuşkusuz mikroskop ve teleskop gibi güçlü aletlerin yardımıyla, hem hücreler ve karmaşık atom yapıları benzeri dikkate değer ölçüde ufak nesneleri hem de uzayın engin yapılarını inceleyebilmek için çıplak gözlerini kullanabilmektedirler. Bilim, duyuların genişleyen ufukları temelinde yargı sınırlarını insan kavrayışının erişebildiğinden daha ileriye götürebilmiştir. Artık fizikçiler kabarcık odalarında kalan izlere bakarak, nötron içindeki elementler de dahil olmak üzere, kuark ve gluonlar gibisinden atomların yapısal parçacıklarının varlığını sorgulayabilmektedirler.

Çocukken On Üçüncü Dalai Lama’ya ait teleskobu kurcalarken ampirik gözleme dayalı yargının kudretine ilişkin güçlü bir deneyim yaşadım. Tibet folklorunda Ay’daki tavşandan söz ederiz. Sanırım Avrupalılar tavşan yerine bir adam görüyorlar. Her neyse; sonbaharda bir dolunay akşamı, Ay özellikle berrak görünürken tavşanı teleskopla gözlemeye karar verdim. Şaşkınlık içinde gölgeler gibi duran bir şeyler gördüm. O denli heyecanlanmıştım ki iki öğretmenimin gelip teleskoptan bakmala-rı için ısrar ettim. Ay’daki gölgelerin varlığının, Ay’ın, Dünya’yla aynı şekilde, Güneş tarafından aydınlatılmasının kanıtı olduğunu iddia ettim. Şaşkın görünüyorlardı ama Ay’daki gölgeler algısının kuşkuya yer bırakmadığı kabul ettiler. Sonraları bir dergide Ay kraterlerinin fotoğraflarını gördüğümde aynı etkinin, kraterin içinde bir tarafta gölge olduğu ancak diğer yanda bu-

Ilınmadığının farkına vardım. Bundan yola çıkarak, aynı Dün-ya’da olduğu üzere, gölgeyi bırakan bir ışık kaynağı olması gerektiği yargısına vardım. Ay kraterlerindeki gölgelere neden olan ışık kaynağının Güneş olması gerektiğine hükmettim. Daha sonra, durumun gerçekte de öyle olduğunu keşfettiğimde çok heyecanlanmıştım.

Kesin olarak söylemek gerekirse bu mantık yürütme süreci ne salt Budizm’e ne de sadece bilime özgüdür; daha çok doğal olarak günlük yaşamda kullandığımız insan akimın basit bir etkinliğini yansıtır. Genç keşiş adaylarının bir mantık ilkesi olarak yargı yürütmeyle resmen tanışmaları, bir dağ geçidi üzerindeki duman sütununu uzaktan gördüklerinde insanın ateşin varlığına nasıl hükmedebileceğini içerir ve Tibet’te ateşin insan yerleşimine işaret ettiğini düşünmek doğaldır. İnsan, uzun bir gün boyunca yürüyüşün getirdiği susuzluğun ardından, bir fincan çay özlemi çeken bir yolcuyu kafasında rahatlıkla canlandırabilir. Yolcu, bu yargı yürütme sayesinde çay içme arzusunu yerine getirebilir. Duyular için doğrudan aşikâr olan gözlemlenen bir olgudan, saklı olan tahmin edilebilir. Bu mantık yürütme biçimi Budizm ve bilimde ortaktır.

Avrupa’ya ilk gezim sırasında, 1973’te yirminci yüzyılın büyük dehalarından bir başkasıyla, filozof Sir Kari Popper ile karşılaşma onuruna eriştim. Popper da benim gibi bir zamanlar (Nazi iktidarı sırasında doğduğu Viyana’dan) sürgün olmuş ve totalitarizmin en açık sözlü eleştirmenlerinden biri haline gelmişti. Böylece pek çok ortak noktamız olduğunu anladık. Onunla karşılaştığımda Popper, parlak gözlü ve entelektüel keskinliği engin, yetmişini aşmış, yaşlı bir adamdı. Otoriter rejimleri tartıştığımız sırada gösterdiği şevkten, gençliğinde ne denli zorlu birisi olduğunu tahmin edebiliyordum. Popper bu toplantıda, bilim ve din ilişkilerine ait sorulan araştır-maktansa daha çok büyüyen komünizm tehlikesi, totaliter siyasal sistemlerin tehlikeleri, bireysel özgürlükleri korumanın zorlukları ve açık bir toplumun sürdürülmesi konulan üzerinde durmayı tercih etti. Ancak bilimde yöntemle ilgili sorunları da tartıştık.

İngilizcem o sıralar şimdiki kadar iyi, çevirmenlerim de yetenekli değildi. Ampirik bilimin tersine, felsefe ve yöntem tartışmak daha çok beceri gerektiriyordu. Sonuç olarak David Bohm ve Cari von VVeizsâcker gibi kişiliklerle yaptığım toplantılara göre Popper ile karşılaşma fırsatından belki de daha az yararlanabildim. Ama dost olduk ve Surrey, Kenley’deki evinde çay içmeye gittiğim unutulmaz 1987 gezim de dahil; İngiltere’ye geldiğim her sefer onu yeniden gördüm. Bahçeciliğe ve çiçeklere, özellikle de orkidelere karşı özel bir sevgim vardır ve Sir Kari beni kendi hoş bahçesi ve serasında gezdirmekten büyük gurur duydu. O sıralar Popper’m bilim felsefesinde ve bilhassa da bilimsel yöntem sorusuna ilişkin ne kadar büyük bir etkisinin olduğunu keşfetmiştim.

Popper’m önde gelen katkılarından birisi bilimsel faraziyele-rin kanıt ve koşullarında tümevarım ve tümdengelim muhakemenin göreceli rollerini açığa çıkartmasında yatıyordu. Tümevarım derken deneysel olarak gözlemlenmiş bir dizi örnekten bir genelleme oluşturmayı kastediy^m?. Neden ve sonuç ilişkileri üstüne günlük bilgilerimizin çoğu tümevarımadır, örnek vermek gerekirse ateş ve duman arasındaki ilintinin tekrarlanan gözlemlerine dayanarak ateş olan yerden duman çıktığı genellemeşini yaparız. Tümdengelim genel gerçeklerin bilgisinden özel gözlemlere doğru işleyen, birincinin tersi bir süreçtir. Örneğin kişi 1995’ten sonra Avrupa’da üretilen tüm arabaların sadece kurşunsuz benzin kullandığını biliyorsa, bir arkadaşına ait arabanın 2000 yılında imal edildiğini duyduğunda kurşunsuz benzin kullanması gerektiği sonucuna varabilir. Doğal olarak bilimde bu biçimler, özellikle de tümdengelim çok daha karmaşıktır çünkü ileri matematik kullanımını gerektirir.

Leave a comment