Her Telden

O kadar yanılıyoruz ki

O kadar yanılıyoruz ki, gün bizim değil, onların günüydü. Ancak editör pek çetin cevizdi. O zaman, başka bir fikrim var dedi. Yaşlanma Suçluluğu hakkında neden yazmıyorsun? Kendisine, Yaşlanma Suçluluğu duyacak yaşı geçtiğimi söyledim. Tabii eğer hiç bu konuda suçluluk hissettiysem. Sadece burada olabilmekten bile çok mutluyum.

Her neyse, önemli olan nokta, yaş hakkında bu kadar manasız yazıların neden yazıldığını bilmiyorum, her ne kadar hiç kimsenin yaşlılığın sıkıcı olduğunu okumak istemeyeceğinden emin olmuş olsam da. Biz, nerdeyse her şey için bir şeyler yapılabileceğine inanmış bir kuşağız. Faaliz; ne yazık ki çok fazla faaliz. Olumlu düşünürüz. Güçlü yüz. Her türlü öneriyi ciddiye alınz. Eğer ilaç faydalı olacaksa alınz. Eğer belli bir mıntıka faydalı olacaksa o mıntıkaya taşınınz. Zamanı geriye döndüreceği ilan edilen inanılmaz pahalı bir yüz kremini duyduğumuzda, aynı duygularla satın almış olduğumuz en azından beş kremin işe yaramadığını bile bile gidip bu kremden alınz. Alzheimer’dan korunmak için bulmaca çözer, kanseri savuşturmak için günde altı tane badem yeriz. Vücudumuzda ele gelebilecek herhangi bir şeyin olup olmadığını anlamak için kendimiz muayene ederiz. Kontrolü elimizde tutanz. Direksiyonun başmdayızdır. Keskin taraftayızdır. Olasılıklan araştmnz. internette dolaşmz.

Ancak, kesinlikle, tamamen kontrol edilemeyen bazı şeyler vardır.

Ö harfinin çevresinde dolaşıp duruyorum ama nazlanmak da istemiyorum. Altmışlı yaşlan geçtiğinizde, ölme şansınız, ya da ölümcül bir şekilde hastalanmanız, çok yükseliyor. Ölüm çok usta bir nişancı. Sevdiğiniz insanlan, sizin benim gibi insanları aniden vuruveriyor. Her yerde kol geziyor. Bir sonraki hedef siz olabilirsiniz. Olmayabilirsiniz de. Ancak, olabilirsiniz de.

Bu arada arkadaşlannız ölür, siz de sadece mahzun, sadece üzüntülü, sadece suçlu değil, aynı zamanda biçare kalıverirsiniz. Yapabileceğiniz hiçbirşey yoktur. Herkes ölür.

sorar, “Cevap ne?” diye.
Yanıt yoktur.
“Bu durumda, soru nedir?” diye sorar Stein.
İşte, aynen.

İşte, pek de aynen değil. Devamlı olarak kendi kendime sorduğum soruların bazılan şunlar: Savurganlık mı yapmalı, tutumlu mu olmalı? Yaşamın her gününü sanki son günmüş gibi mi yaşamalı, yoksa en az 20 yıl daha yaşama olasılığına karşılık para mı biriktir meli? Hayat çok mu kısa, yoksa çok mu uzun olacak? Mümkün olduğu kadar çok mu çalışmalı, yoksa gülleri koklayabilmek için biraz yavaşlamalı mı? Bütün bunlann arasında, karbonhidratlar nerede yer alıyor? Yaşamın son yıllarını hakikaten ekmek yemeden mi geçirmeli? Özellikle de Amerika’da son yıllarda ekmekler bu kadar lezzetlenmişken. Peki ya çikolatadan ne haber? İşte sana bir soru Gertrude Stein: çikolatadan ne haber?

logo (1)

Senaryo Denemem

HARRY
Sana bir şey olmadığını var say. Bütün ömrünü orada geçirdiğini ve hiçbir şey olmadığını var say. Hiç kimseyle tanışmıyorsun, hiçbir şey olmuyorsun ve sonunda, koku koridora çıkana kadar hiç kimsenin farkına varmadığı şu Ne w York ölümlerindeki gibi ölüyorsun.

Herifin biri restorana girer
Arkadaşlarımla birlikte bir restoranda akşam yemeği yiyorum. Tanıdığım bir adam masaya geliyor. Bu adam tatlı, meşhur bir herif. Evliliği benimkiyle aşağı yukarı aynı dönemlerde son bulmuş. “Seni nasıl bulabilirim?” diye soruyor.

Küçük bir seyir odasında oturmuş, bir filmin başlamasını bekliyorum. Oda doluyor. Yeterli miktarda koltuk yok. insanlar koridorlara doluşup yardım beklercesine etraflarına bakınıyor. Arkadaşım Bob Gotlieb’in yanma oturmuş, bütün bu olan biteni seyrediyorum. Filmin yönetmeni seyir odasındaki bütün çocukların koltuklarını ikişer kişi paylaşmalarını önererek soruna çare bulmaya çalışıyor. Sabrım taşarak gelişmeleri seyrediyorum. Sonunda Bob’a “Aslında çok basit. Biri şu katlanan sandalyelerden getirip koridorlara koysun” diyorum.
Bob bana bakıyor, “Nora” diyor, “Her şeyi yapamayız.”

Beynim inanılmaz bir şekilde netleşiyor.
Nora. Her şeyi yapamayız.
Hayatımın sırrı verildi sanki.
Her ne kadar biraz geç olsa da.
ve bu arada Geçen gün ucuzluktan kırmızı bir manto aldım. Ancak, henüz giymedim.

Yemekler ortadan kayboluyor.
Burada yemek deyince bir alışkanlıktan, bir hatıradan, bir otobiyografiden, bir benzetmeden, bir pişmanlıktan, bir aşktan ya da devamlı olarak, okumadıkları halde Proust’u29 okumuş gibi konuşan şu meşhur Madeleine’ci30 insanlardan bahsetmiyorum. Yemek olarak yemekten bahsediyorum. Yemekler ortadan kayboluyor.
Burada, takriben İ982’lerde Manhattan’da ortadan kaybolan ve son 23 yıldır aradığım lahana turtasından bahsediyorum.

29 Marcel Proust. (1871-1922 yılları arasında yaşamış Fransız yazar. Yitik Zamanın Peşinde adlı yedi ciltlik romanı çağdaş edebiyatın en iyi örnekleri arasında sayılır.
30 Kuzeydoğu Fransa’da yapılan ve adım 18. yüzyılın ünlü Fransız aşçısı Madeieine Paulmier’den alan, istiridye biçimli zengin içerikli kek. Madeieine, Proust’ut Yitik Zamanın Peşinde romanıyla Fransa dışında da ünlenmiştir. Türkçe deki madlen çikolata da buradan gelir.
31 Yumurta, süt, şeker ve tatlandıncılarla yapılan, muhallebi kıvamında kaynatıldıktan sonra sertleşene kadar fmnda pişirilen bir tatlı türü.

daha önceleri yemeyi sevdiğim fakat sonraları ortadan kaybolan uzun yemek listemin bir parçası. Bu seçme tatlı donmuş custard da, ben beş yaşındayken ailem Kaliforniya’ya taşındığında ortadan kaybolmuştu.
Burada yazdığım lahana turtası, Üçüncü Ave nue’daki mütevazı Macar fırını Mrs, Herbert’te satılıyordu. İlk olarak 1968’de tatmıştım ve fazla dokunaklı olmasını istemiyorum ama ilk evliliğimden hatırladığım tek şeydir. Lahana turtası, elmalı turtaya benzer, ama tatlı değildir; daha çok bir zamanlar Rus Çay Evi’nin spesiyalitesi olan ve o da ortadan kaybolan, içi et dolu milföy hamuru olan pirozhok’a32 benzer. Genellikle çorba veya rosto ve finnda sülünle servis edilir (hiç finnda sülün pişirmiş değilim, ama şüphesiz ki lahana turtası yanında çok iyi giderdi).

Yufkadan (Proust’un beşinci bölümünden sonrasını da okumak yanında, önümüzdeki sene yapmayı planladığım projelerden birisidir) yapılmış, tereyağlı, ağızda dağılan, çıtır çıtır, içine doldurulan sotelenmiş lahana, tüm güzel şeylerde olduğu gibi, beklenmedik bir şekilde hem tatlı, hem de ekşi tat verir. Bir zamanlar çok fazla miktarda lahana turtası yemiş, daha sonra bir süre unutmuştum. Birçok nedenden dolayı bu dönemi yaşantımda temps perdu33 olarak görür ve bu dönemden dolayı üzüntü duyanm, ama bu dönemin sonunda hatırladığımda lahana turtasını bulamadığım için üzüleceğim aklımın köşesinden dahi geçmemişti.

Tabii, burası New York. Şehir devamlı zikzaklar çizer. Kiralar artar. İnsanlar yaşlanır ve yeni nesil artık o dükkânı çalıştırmayı istemez. Dolayısıyla siz de kendinizi Doğu Yakası’nda, orada olan, her zaman
32 Bizim talaş böreğine benzer bir yemek türü.

logo (1)

Kennedy’nin Beyaz Sarayı

Kennedy’nin Beyaz Sarayı’nda yaz stajyeri olarak çalışıyorum ve Stanley J. Fleck adında genç bir avukatla evlenmek üzere nişanlıyım. Tanıdığım herkes evlenmek üzere nişanlı. Nişanlım beni ziyaret etmek üzere Washington’a geliyor. Ben de, serbestçe dolaşabilmek için iznim olduğundan, kendisine Beyaz Saray’ı gezdiriyorum. Kırmızı Oda’yı gösteriyorum, Mavi Oda’yı gösteriyorum. Grace Coolidge’in güzel portresini gösteriyorum. Gül bahçesini gösteriyorum. Gezintinin sonunda bana diyor ki: “Benim karım hiçbir zaman böyle bir yerde çalışmayacak.”

Central Park’taki gölde kürekli bir kayığın içindeyim. Şansıma, kürekleri çeken ben değilim. Hâlâ üniversitedeyim ama çok kısa zaman sonra artık üniversitede olmayacağım. Çok kısa bir zaman sonra burada, New York’ta yaşayacağım. Parkın etrafını çevreleyen binalara bakıyorum ve kürekleri çeken adamın dışında New York’ta kimseyi tanımadığımı fark ediyorum. Zaten kayıktaki adamı da çok az tanıyorum. Acaba ben de şu gazetelerde okuduğumuz, New York’a gelip de hiç kimseyle tanışmayan, öldüğü dahi öldükten günler sonra koridorlara yayılan kokular yüzünden fark edilen insanlardan mı olacağım diye düşünüyorum. Bir gün, New York’ta bazı insanlarla tanışacağıma kendi kendime söz veriyorum.

Sonsuza dek gazete muhabiri olacağım
Yıl 1963. Uzun grev süresince, New York Post’un bir parodisini yazmıştım. Postun editörleri parodiye çok sinirleniyorlar, ama Postun yayıncısının hoşuna gidiyor. “Eper Post hakkında parodi yazabiliyorlarsa, Post için de yazı yazabilirler” diyor, “işe alın.” Grev sona erince, Post’ta bir haftalığına denemeye tabi tutuluyorum. Şehir odası tozlu, kirli ve karanlıktır. Masalar kırık döküktür. Çok kötü kokmaktadır. Yeterli miktarda telefon yoktur. Şehir editörü, çiftleşmek için bir araya getirilen ancak birbirleriyle hiç ilgilenmeyen çift şapkalı foklan incelemek üzere beni Coney Adası akvaryumuna gönderiyor. Bir hikâye yazıyorum. Komik olduğunu düşünüyorum. Teslim ediyorum.

Şehir masasından kahkahalar duyuyorum. Onlar da hikâyenin komik olduğunu düşünüyor. Kalıcı olarak işe almıyorum. Hiçbir zaman bu kadar mutlu olmamışım. Yaşamımdaki en büyük hedefe erişmiş bulunuyorum ve sadece 22 yaşındayım.

JFK ile kritik karşılaşma

Bu da beni JFK ile kritik karşılaşma anıma getiriyor: Kennedy Kütüphanesinde kimsenin sormadığı karşılaşmaya. Bir cuma öğleden sonrasıydı ve oturacak bir yerim (yukarıya bakınız) ve yapacak işim (yine aynı) olmadığı için, dışarı çıkıp Başkan’m hafta sonunu geçireceği Hyannis Limam’na gitmek için helikopterle ayrılışını seyretmek istedim. Güzel bir gündü ve Oval Ofis’in tam dışındaki gül bahçesine bakan sundurmanın altında durdum. Helikopter indi. Gürültü kulakları sağır ediyordu. Helikopterin kanatlarından gelen rüzgâr çok şiddetliydi (her ne kadar sabit permalarım saçımı kafama yapışık tutuyor duysa da). Sonra birden, Başkan konut yerine ofisinden çıktı ve helikoptere binmek için yanımdan geçti. Geri döndü. Beni gördü. Beni tanıdı. Gürültü sağır ediciydi, ama bana bir şeyler söyledi. Hiçbir şey duyamadım ama dudaklarını okudum, eminim ki bana “Nasıl gidiyor?” diye sordu. Ancak emin değildim. Onun için en iyi şekilde cevapladım. “Ne?” dedim.

İşte bu kadar. Tekrar önüne döndü ve helikoptere gitti. Ben de geri dönüp, yazın geri kalan bölümünü Beyaz Saray’da dikilerek geçirdim. Bir daha da Başkan’ı görmedim.

Şimdi, Mimi Fahnestock hakkında yazılan yazılan okudukça durum netleşiyor ki, Kennedy’nin Beyaz Sarayı’nda çalışıp da Başkan’m aşılmadığı tek genç kız benim galiba. Belki de sabit permalarım yüzünden ki, çok şanssız bir hataydı. Belki de damıtılmış Velveeta peyniri gibi duran rengârenk Dynel elbiselerden oluşan gardırobum yüzünden. Belki de Musevi olmam yüzünden. Gülmeyin, düşünüyorum da, JFK’nin yatmış olduğu kadınların uzun listesini
düşünüyorum, bu kadınların herhangi biri Musevi miydi? Zannetmiyorum.

Diğer taraftan, belki de bir şekilde JFK göbek adımın gizlilik olmadığım sezdiği için aramızda hiçbir şey olmadı. Demek istediğim, size garanti ederim ki, eğer ikimizin arasında herhangi bir şey geçmiş olsaydı, ortaya çıkması için bu kadar uzun süre beklemezdiniz.

Her neyse, benim hikâyem bu. Her ne kadar 42 yıl boyunca tanıdığım herkese bu hikâyeyi anlatmış olsam da, bir basın açıklaması da yapabilirdim. Şimdi, Mimi Fahnestock gibi bu konuda söyleyecek başka bir şeyim yok. Medyanın benim ve ailemin mahremiyetine saygı göstermesini rica ediyorum.

Ben ve JFK Artık Açıklanabilir

her sekiz saatlik günde yazılmamış 48 bin kelime ediyordu, çünkü OTURACAK BİR MASAM YOKTU.
Ayrıca, çok kötü bir kalıcı permam vardı. Bu konunun önemini hikâyenin ileri dönemlerinde, işler kızışmaya başladığında göreceksiniz.

Beyaz Saray’da “çalışmaya” başladıktan dakikalar sonra, Başkan ile tanıştım. Oradaki ilk sabahımda, Başkan başlangıç konuşmasını yapmak üzere Anna polis’e uçtu. Salinger de basınla birlikte, basın helikopterinde gelmem için beni davet etti. Beyaz Saray’a geri döndüğümde, Pierre beni alıp Kennedy ile tanıştırmaya götürdü. Kennedy gördüğüm en yakışıklı adamdı. Konuşmamızın detaylarını hatırlamıyorum, ama belki de Kennedy Kütüphanesi’nde, Salinger’in toplantı notlan arasında vardır. Bir gün gidip baka nm. Hatırladığım şey, tanışmanın kısa olduğu ve 10 veya 15 saniye sürdüğü. Tanışmadan sonra, basın bürosuna geri döndüm ve siz okuyuculann hali hazırda zaten bildiği şeyi keşfettim: oturabileceğim bir yer yoktu.

Dolayısıyla yaz stajım dosya dolabının yakınındaki koridoru arşınlayarak geçirdim. Dosya dolabındaki, içinde “Çok gizli” ya da “Sadece Okumak İçin” yazan dosyalann da olduğu pek çok enteresan dosyayı okudum. Dosya dolabının tam yanında erkekler tuvaleti vardı. Bir gün Beyaz Saray sözcüsü Sam Raybum, yanlışlıkla kendini tuvalete kilitledi. Eğer yakınlarda olmasam bu gün hâlâ orada olabilirdi.
Arada sırada Oval Ofis’e giderek Başkan’m bir sürü yabancı liderle fotoğraf çektirmesini seyrederdim. Bazen, eminim ki kendisini seyrettiğimin farkına vanrdı.

Mahalle hakkında hiç romantik düşünmeyeceğim

Mahalle hakkında hiç romantik düşünmeyeceğim, her ne kadar, tahminimden daha cana yakın olsa da. Dahası, Apthorp’u itici yapan özellikleri de var: 24 saat açık gazete büfesine, bütün gece açık Kore bakkalına ve 24 saat açık Kinko’ya yakınlığı. Şimdi mevsim ilkbahar ve pencereden çiçek açmış armut ağaçlarını görebiliyorum. O kadar güzeller ki… Ve bu arada, yiyecek alışverişi bu yakada da diğeri kadar iyi, havaalanına daha yakın, metro daha iyi çalışıyor ve Doğu Yakası’yla ilgili farkına vardığım bir şey daha söyleyeceğim: Daha güneşli. Hakikaten öyle.

Neden olduğunu bilemeyeceğim, ama Doğu Yakası, Batı Ya kası’na göre aydınlık. Dahası, kışın burası kesinlikle daha ıhk, çünkü Hudson Nehri’nden gelen o dondurucu rüzgâr esintisinden daha uzakta. Ayrıca, doktorlarımın muayenehanelerine daha yakın, bu da, itiraf etmekten üzüntü duysam da bu yaşımda göz önünde bulundurmam gereken bir husus. Buradan bir blok ötede bir yer, harika Yunan yoğurdu satıyor. Diğer yönde, bir blok ötede de hakikaten her gece gidip yemek yiyebileceğim bir restoran var. Hakikaten o kadar iyi.
Ama bu bir aşk değil. Sadece yaşadığım yer.

JFK Beyaz Sarayı’nda stajyerdim. Ben. Bu, bir yazarın gündemde olan bir konuya atıf yaparak, bazı şeylerin yaşandığını var saydığı “eğlendirici” hususlardan biri değil. Yıl 1961’di. Ertesi yıl Mimi Fahnes tock’un çalışacağı yer olan Beyaz Saray’ın basın bürosunda çalışmak üzere Pierre Salinger tarafından tutuldum. Artık Mimi Fahnestock ileri çıkıp JFK ile olan ilişkisini itiraf etmeye zorlandığına göre, ben de kendi hikâyemi anlatabilirim.

Zavallı Mimi, hakkında yazılan yazılarda Kennedy Kütüphanesinde sözlü tarih arşivlerinde Fahnes tock’a parmak basan basın bürosundaki ikinci bir kadından, Barbara Gamarekian’dan bahsettiklerini fark ettim. Gazetelere göre, Gamarekian sinsi sinsi Mi mi’nin “daktilo yazamadığını” bildiriyor. Bu konuda söyleyebileceğim tek şey: Ha. Aslında iki kere Ha. Ben orada çalıştığımda, Pierre Salinger’in ofisinde çalışan altı kadın vardı. Birinin adı Faddle’dı (en yakın arkadaşı Fiddle, Kennedy için çalışıyordu). Tek işi Pierre Sallinger’in resimlerini imzalamaktı. Fiddle’m işiyse, Kennedy’nin fotoğraflarını imzalamaktı. Daktilo yazmak, kimsenin ihtiyaç duyduğu bir konu gibi görünmüyordu, özellikle de benim (ve söylemeye cesaret edebilirsem Mimi) gibi stajyerler için, çünkü STAJYERİN OTURABİLMESİ İÇİN BİR MASA YOKTU VE DOLAYISIYLA DAKTİLO DA YOKTU.

Evet, bu konuda hâlâ üzüntülüyüm. Çünkü sadece Beyaz Saray’daki, aynen Jackie’ninki gibi Aline beyaz keten elbise giyebilecek parası olmayan tek genç kadın değil, aynı zamanda basın bürosunda oturacak yeri olmayan tek kişiydim. O zamanlar da şimdiki gibi dakikada 100 kelime yazabilirdim. Teorik olarak

Yaşamlarımızın bir parçasını attık

Sonunda, taşınmak için hazırlanmaya başladık. Yaşamlarımızın bir parçasını attık: Ayıcıklarımızı, bodrumdaki depoda duran tel rafları, banka dekontlarının olduğu kutuları, gençliğimizde duvarlarımıza astığımız posterleri, artık çalışmayan hoparlörleri, satın aldığımız ilk bilgisayarı, snowboardu, surfbo ardu, davul takımını, hiçbir zaman yapılmayan filmlerin belgeleri dolu olan dosyaları.

Yardım derneklerine kutu kutu giysiler gitti. Evsizler yurtlarının kütüphanelerine kutu kutu kitaplar gitti. Kendimizi arınmış hissediyorduk. Temel ihtiyaçlarımıza geri dönmüştük. Çok fazla yayıldığımızın, bazı şeylere artık ihtiyacımızın kalmadığının ve kim olduğumuzun farkına varmıştık. Çok fazla mal stoklamıştık. Sanki ölmüş, eşyalarımızı düzenlemiş ve yeniden doğmuş gibiydik. Artık yeni eşyalar almaya başlayabilirdik.

Yeni yerimiz, Apthorp’taki dairemize kıyasla çok küçüktü. Üst Doğu Yakası’nda, son 20 yıldır kıymet verdiğim her şeyin düşmanı olarak gördüğüm bir mahalledeydi. Yakınlarda hiçbir KübaÇin lokantası yoktu. Ancak, şömineleri çalışıyordu, kapıcı kapınızı açıyordu ve sipariş vermiş olduğunuz Çin yemekleri dairenizin kapısına kadar geliyordu. Taşındıktan sonra birkaç saat içinde, kendimi evimde hissetmeye başladım. Hayrete düşmüştüm.

Şaşırmıştım. Daha da önemlisi, incinmiştim, ikinci evliliğimin sona ermesinden bu yana hiç bu kadar incinmemiş tim. Kafamdan, ikinci evliliğimin sonunda geçen şeyler geçiyordu. Diğer kadının parfümünün kokusunu aldığım ilk seferde neden terk etmemiştim ki? Aşk zannettiğim şeyin, limonata yapma çabalarımın sonucu olduğunu neden daha önce fark etmemiştim ki? Tekrar âşık olabilmek de dahil olmak üzere, hayatın pek çok yeni fırsatla dolu olduğunu unutmama sebep olan korku neydi ki?

Diğer yandan, bu yeni dairemle ilgili hiç rüya görmeyeceğim.
En azından, şimdiye kadar görmedim.

Amerikada Yaşam

Şubat 1980’de, ikinci çocuğumun doğumundan ve o sıralarda evliliğimin bitmesinden iki ay sonra âşık oldum. Oturacak bir ev arıyordum ve bir öğleden sonra Manhattan’ın Üst Batı Yakası’nda bir apartman dairesinden içeri 10 adım attım ve kalbim donup kaldı. Tepetaklak oldum. Buydu işte. İlk görüşte. Buldum. İçeri 10 adım attım ve “Tutuyorum” dedim.

Apartman dairesi çok büyüktü. Broadway ve Yetmiş Dokuzuncu Sokak’m köşesinde meşhur taş yapı Apthorp’un beşinci katmdaydı. Kirası ayda 1500 dolardı; Manhattan standartlarında tam bir kelepir. İnanın bana, öyleydi. Ek olarak, daha önceki kiracıya, daireye taşmabilmem için, 24.000 dolar hava parası (Bu, New York’ta alışılagelmiş bir şeydi) ödemem gerekiyordu. O kadar param yoktu. Bankaya gidip o parayı borç aldım. Binadaki hiç kimse bu kadar yüksek bir hava parasını ödeyeceğimi düşünmemişti. Bu astronomik bir rakamdı. Dairenin çoğu taksi sarısına boyanmış (bu konu halledilebilirdi) güzel odaları, yüksek tavanı vardı, bol ışık alıyordu, (çalışır durumda olmasa da) iki adet muhteşem şöminesi ve saydım, toplam beş yatak odası vardı. Eğer bu dairede 24 yıl yaşarsam, hava parası yılda sadece bin dolara kendisini amorti edecek, bu da az bir para edecekti; günde 2,74 dolar eder ki, Starbucks’ta günde bir fincan cap puccino parasından az tutacaktı.

Gerçi o zamanlar Starbucks yoktu ya, neyse. Zaten orada sadece 24 yıl yaşayacak değildim. Ömrümün sonuna kadar orada yaşamayı düşünüyordum. Ta ki ölüm bizi ayırana kadar. Bu durumda, belki de daha az bir miktara kendini amorti edecekti. Böyle düşünüyordum (Bu arada belirtmem lazım ki, bana pahalı gelen bir şeyin çok kelepir ya da bedava olduğunu ispatlamaya çalışmadığım zaman, “amorti etmek” tabirini kullanırım. Bu genellikle şu şekilde çalışır: Bana pahalı gelen ürünü ne kadar süre kullanacağımı hesaplarım. Fiyatı, yıl sayısına bölerim. Eğer işe yaramazsa, ta ki bir fincan cappuccinodan daha aza gelene kadar, bedelini günlere, aylara ve saatlere bölerim).

Şimdi parayı boş verin canım. Eninde sonunda bu hikâye parayla ilgili değil. Bu aşkla ilgili bir hikâye. Aşkla ilgili her hikâye de, önce bir miktar akılcılıkla başlar.

Modern bir ebeveyn

Modern bir ebeveynin günlük faaliyetlerine özlem duyarsanız bir çözüm var: Bir köpek alın. Ancak fazla tavsiye etmem çünkü köpekler çok zaman alır. Ama kesinlikle de size bir meşgale yaratırlar. Artı, çok sevecenlerdir ve en önemlisi, şikâyet etmezler. Ve de eğitilebilirler.

Ancak yapabileceğinizin tamamı bundan ibaret.

Bu sırada fazladan bir odanız olur. Çocuğunuzun odası. Hiç bir durumda çocuğunuzun odasını olduğu gibi bırakmayın. Çocuğunuzun odası bir ibadethane değildir. Orası hiçbir zaman bir dergâh olmayacak. Orayı çalışma odasına dönüştürün, spor odası haline getirin, misafir odası yapın ya da (bu her üçü de hali hazırda evde varsa) yılbaşı hediyelerini paketleme odası haline getirin. Ama bunu mümkün olduğu kadar çabuk gerçekleştirin. Çocuğunuzun odasını olduğu gibi bırakmak, geri dönmesini teşvik edebilir. Bunu istemezsiniz.

Bu arada, arada sırada çocuklarınız sizi ziyarete gelirler. Çocuklarınız, inanılmaz biçimde cana yakın kişilerdir. Onları tanımış olmaktan dolayı ne kadar şanslı olduğunuza inanamazsınız. Sizi güldürürler. Sizi onurlandırırlar. Onlan deli gibi seversiniz. Sizin yaşam kaynağınız olurlar. Siz onlann yaşam kaynağı olursunuz. Arada sırada, onlara toz kondurmamak için saatlerce, günlerce, aylarca ve yıllarca nasıl çabaladığınız aklınızdan geçer ama üzerinde fazla durmayın. Hiçbir faydası yoktur. Artık hepsi bitmiştir.
Endişelenmek hariç.

Endişe sonsuza kadar devam eder.

Çocuk evi terk ettiğinde

Dönem üç: Çocuk evi terk ettiğinde

Offf… Boş yuva dramı. O endişe. O evham. Yaşam nasıl olacak acaba? Çocuklar gittikten sonra acaba konuşacak bir konunuz olacak mı? Cinsel ilişkiye girmemek için çocukların varlığı bir bahane olmaktan çıktıktan sonra, artık sürekli sevişecek misiniz?

Sonunda o gün gelir. Çocuğunuz üniversiteye gider. O hüznü beklersiniz. Ancak daha farkına bile vara madan, hatta farkına varmaya zaman dahi bulamadan, şaşırtıcı bir şey olur. Çocuğunuz geri döner. Amerikan üniversitelerinde akademik bir yıl, uzun tatillerle bölünmüş kısa ders süreleri gibidir. Bu tatillere, artık tatil bile demiyorlar. Bunlara “ara” ve “okuma süreleri” diyorlar. Ekim arası veren üniversiteler dahi var. Aranızda hiç “ekim arası”nı duyan var mı? Kesinlikle aramızda kalsın, yurt için ödediğiniz paralara, çocuğunuz Paris’te güzel bir otelde kalabilir.

Her halükarda, dört yıl bu şekilde çabucak geçip gider. Çocuklarınız gider. Çocuklarınız geri döner. Eğitimleri artar.
Ancak sonuçta üniversite biter ve artık tamamen yanınızdan ayrılırlar.
Yuva artık tamamen boştur.
Siz hâlâa ebeveynsinizdir, ama ebeveynlik günleriniz artık geride kalmıştır.
Şimdi ne yapacaksınız?
Yapabileceğiniz bir şeyler olmalı.
Ama yok.
Yapabileceğiniz hiçbir şey yok.
İnanın bana.

Gençlik dönemindeki çocuk

Gençlik dönemindeki çocuğunuz değişmiştir, ama sizin istediğiniz yönde değil. Siz de değişmişsinizdir. Hassas, genellikle neşeli biriyken sinirli, huysuz ve suiistimal edilmiş bir kişiliğe bürünmüşsünüzdür.

Ama merak etmeyin. Yardım almak için gidebileceğiniz bir yer var. Çocuğunuz gençlik dönemine girmeden önce gitmiş olduğunuz bütün terapistlere ve danışmanlara başvurabilirsiniz. Büyük ihtimalle onlar çocuklarını üniversiteye ve belki de, sürekli onlara bel bağlamamız sayesinde, hukuk fakültesine göndermişlerdir.

Size söyleyecekleri şunlardır:
• Gençlik dönemi, gençler içindiı; ebeveynler için değil.
• Bu dönem, ailelerine bağlı ya da fazla bağlı, çocukların, ailelerinden kurtulabilip yuvadan kaçınılmaz olarak ayrılmalarına hazırlık olarak icat edilmiştir.
• haşamı kendi adınıza kolaylaştırabilmek için yapabileceğiniz şeyler var
Bu tavsiyeler, büyük şehirde yaşayıp yaşamadığınıza bağlı olarak, size yüzlerce veya binlerce liraya patlayacaktır. Ve de tamamen gerçek dışıdır:
• Gençlik dönemi gençler için değil, ebeveynler içindir
• Bu dönem, ailelerine bağlı ya da fazla bağlı ebeveynlerin, çocuklarından kurtulabilip yuvadan kaçınılmaz olarak ayrılmalarına hazırlık olarak icat edilmiştir
• haşamı kendi adınıza kolaylaştırabilmek için, sabırlı olup bu dönemin geçmesini beklemekten başka yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur

Bu arada, büyük ihtimalle gençlik döneminde çocuğu olan biri tarafından uydurulmuş bir fıkra vardır. Fıkra anlatmakta çok başarılı olduğumdan değil ya. İyi olsam bile, fıkranın çok iyi olduğunu söyleyebilmek için, uzun süre ve Yahudi aksanını yaşlı hahamlar gibi yapabilen birine ihtiyaç var. Ama her neyse, evli bir çift hahama gider. Haham, sizin için ne yapabilirim diye sorar. Çok büyük sıkıntılarımız var efendim bey der çift. Beş çocuğumuz var, hepimiz tek göz bir evde yaşıyoruz ve birbirimizi çileden çıkartıyoruz. Haham, o zaman eve bir kuzu alın der. Bunun üzerine eve bir kuzu alırlar. Bir hafta sonra hahama gidip durumun daha kötü olduğunu, üstelik şimdi bir de kuzu olduğunu söylerler. Eve bir de inek alın der haham. Ertesi hafta tekrar şikâyet etmeye giderler çünkü durum daha da kötüdür. Bunun üzerine, eve bir de at alın der haham. Bir sonraki hafta hahamı tekrar gördüklerinde durumun hiç olmadığı kadar kötü olduğunu söylerler. Sorunu çözmeye hazırsınız o zaman der haham. Bütün hayvanları dışarı atın.