Temmuz 2015

Yazar Bemal Diaz del Castillo’ya göre devler

“Eskiden bu topraklarda gayet uzun boylu erkekler ve kadınlar yaşardı; kötü ruhlu olduklarından büyük çoğunluğu yerliler tarafından öldürüldü.”

Amerika devleriyle karşılaşanlardan biri de ünlü Portekiz gemicisi Macellan’dır. Macellan’ı izleyen Antonia Pigafetta’nın yazdıklarına göre 1520 yılının Haziran ayında San Julian’da gemiciler bir devle karşı karşıya gelmişlerdi:

“Öylesine uzun boyluydu ki başımız beline kadar yaramıyordu; sesi de bir boğanınkine benziyordu.”
Maceilan bu dev yaratıkların ikisini ele geçirip gemisine aldı; Avrupa’ya götürecekti. Ancak gemi Ekvator’a varmadan ikisi de öldüler.

Devlerle karşılaşan yalnız Maceilan değildir. Sir Franas Drake, 1578″de San Julian’da ikıbuçuk metre boyunda yerliler gördüğünü hatıralarında belirtmişti. Drake’ten sonra Pedro Sarmiento, Tome Hemandez, Anthony Knyvet ve Sebakl de Weer gibi gemiciler Büyük Okyanus kıyılarında kimi 3 kimi 3,60 boyunda yaratıklarla karşı karşıya gelmişlerdi.

Bu arada özellikle Patagonya’da sık sık devlerin izlerine rastlanılıyor. 171Zde Şili’de Valdivia bölgesini yöneten İspanyol hükümeti Patagonya’nm içlerinde üç neire boyunda bir yerU kabilesinin yaşamakta olduğunu resmen açıklamıştı 1764 yılında Cabo Virgines’ın yakmlannda bu dev yerlilerle karşılaşan, ünlü ingibz ozanı Byron’un dedesi Commore Byron izlenimlerini şöyle anlatıyordu:

“Biri bana doğru geldi. Kocaman bir şeydi; masallarda sözü geçen insan yüzlü canavarlara tıpatıp uyuyordu. Ölçüsünü alma imkânını bulamadım. Ama en azmdan 2.10 metre boyundaydı…”

Horbiger doktrini

Çok eski zamanlarda insanlara yardım vardı. Sonradan bu devlerin huyu değişti; insanlar kötüleşen bu devlere kurban kesmek zorunda kaldılar. Ardından da bu baskıya dayanamayarak isyan edip devleri öldürdüler.

Bu örneği daha önce sıralamış olduğumuz çeşitli mitolopk olaylara ve inançlara eklersek Horbiger doktrininin genel bir çizgiden yararlanmış olduğunu görürüz. Şu var ki Horbiger’in kuramı bilimle sürekli çatışmaktadır; Alman kompresör uzmanına göre çok eskiden uzayda, güneşten milyonlarca defa büyük bir nesne vardı. Bu nesne, kozmik buzlardan bileşik dev bir gezegenle çarpıştı, dev gezegen olağanüstü büyüklükteki güneşin içine saplandı. Aradan yüzbinlerce yıl geçti, dev güney içinde meydana gelen buharın baskıcı altında, patladı ve uzayı dolduran yıldızlan, gezegenleri yarattı.

Çağdaş bilim evrenin üç ya da dört milyar yıl önce yer alan bir patlamanın sonucunda yaratıldığım kabul eder. Bir yoruma göre evrenin bütünü patlayan bir atomun içindeydi, gezegenler ise güneşin kısmî bir patlamasından ortaya çıkmışlardır.

Horbiger 1930’Iarda öldü, ama yaklaşık olarak bir milyon kişi hâlâ doktrini izlemekte. Kimi, İngiliz Bellamy gibi, yeni bir antropoloji kurmaya çalışıyor, kimi, Fransız Deniş Seurat gibi, devlerin uygarlığını araştırıyor, kimi de. Alman yazarı Mimar Brugg gibi, Horbiger’! kabul etmeyen geleneksel bilime karşı savaşını sürdürüyor.
Ebedi buz Doktrininin yaratacısını bir bilim adamı kabul etmek imkânsızdır; Hitler’in ulusalsosyalizmini ve Nazi örgütünü besleyen kuruluşları etkileyen Horbiger’in kuramı bir çeşit gizemciliği aşamamıştır. Ancak çok sonradan Horbiger’in doktrini gereğiyle araştırıldı, derinleştirildi; devlerin, kayıp ülkelerin esrarengiz uy
garhklann sımnı açıklayabilecek nitelikle bir anahtar olarak kullanıldı.

Devlerden söz eden mitoslardan, efsanelerden, masallardan birkaç örnek verdik, devlerin varlığını bilimsel biçimde açıklamaya yeltenen bir kuramın başlıca noktalarını özetledik; yine de sorun bir açıklığa kavuşamamıştır. Ayrıca da çok önemli bir soru ortaya çıkar:

Devlerin gerçek izleri bulunmuş mudur, dünyanın herhangi bir yerinde dev bir insan ırkına rastlanılmış mıdır?
Dev bir yaratıkla ilgil ilk keşiflerinden biri, 14. yüzyılın ortalarında Dckameron’un ünlü yazan Boccacio tarafından açıklanıyor. Boccacio, “Gencologia Deorum” (Tanrıların Şeceresi) adlı eserinde, Sicilyada Trapani şehrinin dolaylarındaki bir mağarada keşfolunan tek gözlü dev Polifcmo’nun iskeletinden söz ediyor. Kemiklerin, en azından 910 metre boyundaki bir deve ait olduğunu belirten Boccacio, böylece Agrircntolu Empedokles’in savını destekliyordu. Agrirenytolu Empedokles, M.O. 440 yılında, HomeroG’a dayanarak çok eski zamanlarda Sicilya’da devlerin yaşadığını öne sürmüştü.

Boccacio’dan uçyüz yıl sonra Cizvit bilim adamı Athanasius Kircher de bu kemiklere değiniyor. Aradan yıllar geçince, ünlü kemikler kayboluyor, çağdaş bilim bunlara fil kemikleri etiketini koyup olayı kapatıyor.
Benzer bir olay 1577de İsviçre’de YViUisau’da görülüyor Bir kazı sırasında kocaman bir iskelet bulunuyor Zamanın ünlü anatomi uzmanı Doktor Felix Plater uzun incelemelerden sonra kemiklerin 5.80 m. boyunda tarihöncesi bir adama ait olduklannı açıklıyor. Olayı duyan Göttngen Üniversitesi anatomi profesörü J.F Blumenbach, kemikleri inceledikten sonra bunlann aslında tarihöncesi bir file ait olduğunu kesinlikle açıklıyor.

Ayıu dönemde benzer iskeletler, kemikler tn* giltere’de Gloocester’de ve özellikle Güney Amenkada keşfediliyor.
Güney ve Orta Amerika’da meydana gelen olaylar oldukça ilginçtir; Guatemala’da yaşayan Kişe yerlilerinin kutsal kitabı sayılan Popol Vuh’un aktardığı olayların yanı sıra Meksika fatihi (15191522) İspanyol Heman Cortes’e yerliler tarafından gösterilen, bazdan Cortds tarafından Ispanya Kralına gönderilen dev insan kemikleri bu örneklerdendir.

Türk mitolojisinde devler

Devler üzerine
Devlerden söz eden kaynaklar
Horbiger’in devleri
Devlerin izleri
Devlerle ilgili bilmediklerimiz
DEVLERİ KİM BİLMEZ, kim tanımaz! Kocaman boylan, korkunç güçleri, çoğunlukla kötü huylan, serüvenleriyle dünya mitolojisini, masal dünyasını, eski destanları doldurmalardır. Devleri bilmeyen, tanımayan, anlatmayan ırk yoktur denebilir; devlerden yararlanmayan, onları çarpıa, korkutucu bir unsur olarak kullanmayan masal, efsane, mitos olmadığı gibi.

Acaba devler neden böylesine yaygın bir unsur olup bütün sınırları aşmış, ilkel toplulukları, eski toplumlan, büyük uygarlıkları etkilemişlerdir? Acaba çok eski, âdeta unutulan çağlarda devler var mıydı? Acaba mitosların arkasında artık insanoğlunun belleğinden silinip yalnız efsanelere, masallara sığman bir gerçek mi yatıyor? Ya da, Jung’un tanımlamasıyla, devler düşlerimize giren atalardan kalma hatıralar, ilk örnekler, büyük görüntüler midir?
Devlerin varlığını destekleyen görüşlere geçmeden, devlerin izlerinden, fosillerden hatta son yıllarda görülen devlerden söz açmadan, masalları, efsaneleri, mitosları karıştırarak bu yaratıkları tanımaya çalışalım.
Türk mitolojisiyle ilgili bir kitapta şu bilgileri buluyoruz:

Türk mitolojisinde olduğu gibi, hemen bütün u1 usların mitolojilerinde görülen devler, görünüş bakımından çok defa insan uzuvlarından alınarak büyütülmüş, biçimlendirilmiş korkunç yaratıklardır.

Gövdeleri çok büyüktür. Olağanüstü üçlüdürler. Tanrılarla savaşır, kahramanlarla uğraşır, ama sonunda öldürülürler.
Bunlar bir dağı yerinden kaldırıp öbür dağın üstüne koyar, tanrılarla savaşmak üzere göklere doğru tırmanırlar.
Devlerin birden yüze kadar gözleri, ikiden çok elleri, ayaklan, başlan vardır.

Devler en çok doğuda Hint mitolojisinde. Batıda Kuzey Avrupa mitolojisinde görülür. Bunlann yanı sıra başka uluslarda, hatta perilerle, aşk hikâyeleriyle süslü Yunan mitolojisinde de epeyce yer alırlar.

Türklerde dev olaylannın en bilinenlerinden biri Sümer Mitolojisinde görülün Sümerler’in Asakhu, Enmeşamı ve Zu adında üç büyük devi vardır. Bunlardan Asakhu hastalıkları verir, karanlıklan temsil eder, bir tann ayarındadır. Enin eşarru ise bir dev ve ölüm tanrısıdır. Bu devler ünlü tann Enlil’i öldürmüşler ama, sonradan bu tann canlanmıştır. “Lııuma Elis” destanında bu üç devin adı var Kâinatın yaratılışı sıracında “Kingo” adında korkunç ve kudretli bir dev türemiştir.

Kumarbi efsanesinde geçen “Uuelluri” adındaki dev ise gökle yeri sırtında tutardı. Bu dev, Kumarbi’nin Diyorit taşından yapılmış oğlunu sağ omzu ü/erinde büyüttü, az zamanda sulann içinde uzanarak boyu göklere kadar ulaştı.
“Alatkak” adındaki dev de Kırgız efsanelerinde yer almaktadır.

İran efsanelerinde Hükümdar ve kahramanlarla savaşan korkunç devlerin maceraları, yakındoğu Türkleri arasında da yayılmıştır.

“Divi Sefil” yani “Ak Dev” ile “Erjenk” bunlannön planda gelenleridir. Ak Dev’Jn bulunduğu yerde büyü ve sihir yapmakla çok usla devler vardır. Bu dev Iran kahramanı Rüslem Uç savaşmış sonunda öldürülmüştür. Ak Dev boncuk gözlü, arslan tüylüdür. Eni ve boyu yeryüzünü kaplayacak kadar büyüktür.
Erjenk ise devlerin kumandanıdır. Rüslem bununla da savaşmış sonra öldürülmüştür.
Halk ağzında bir de “Dev Anası” dolaşın Bunun iki uzun, büyük memesi vardır. Biri sağ omuzunda, öbürü de sol omuzunun üzerinde asılıdır. Eğer yolda bir kimse rastlarsa da ona illifal etmez, memelerini emmezse dev anası onu yok eder. İltifat edene, onu alır, İyi davranır, konar.
Bir korkunç dev daha vardır ki ona da “Rüzgâr Devi” denir. Bu dev gözlere pek görünmez, görünse de ona silâh işlemez, rüzgârdan daha çabuk havalara uçar.

Cadılarla Ejderhalar nasıl tılsımlan bozulunca ölürlerse, devler de tılsımlan bozulursa ölürler.

Hiperbore nedir, yeri nerededir, hangi kaynaklarda görülür?

Eski geleneklere göre insanoğlunun yaşadığı ilk kah Kuzey Kutbu nun bulunduğu bölgede yükselen »perbore olmuştur. Bu kıta Üçüncü Zaman’ın başlangıcında suların altına gömülmüştür; ama, Hiperbore’nin bazı kısunlan bugün Sibirya, Alaska, Gronland, Spitzberg, İslanda, Jan Mayen adası adları altında yatmaktadır. Hiperbore tezi^ antik çağlarda, Herodotos, Diyodorus, Romalı ansiklopedici Gaius Plinius Secundus ve Virgilius tarafından savunulmuştur. Hatta Pythagoras’ı eğiten Phereside’nin Hiperbore’li bir aileden gelme olduğu sanılmaktadır.

Hiperbore hakkında efsaneler az değildir. Eski inanışlara göre buzlarla çevrili, yüksek dağlarla kaplı bu adada şeffaf insanlar yaşarmış. Adayla diğer kıtalar arasında bir bağ yokmuş ama, bir yoruma göre, gizli bir geçit Güney Almanya’ya kadar uzanıyormuş. Hiperboıe kadınlan çok güzel olup her ailenin beşinci kızı olağanüstü yeteneklere sahipmiş. Ada ya da kıta kutuplardaki buzların çözülmesiyle yaşanılmaz hale gelince Hiperborelilerin bir kısmı Avrupa’ya bir kısmı da Amerika’ya göç etmiş.

Buzlar arasında bir uygarlık düşünülebilir mi? Hiperbore’nin varlığı üzerinde durmadan bu noktayı açıklayalım.
Çok uzak bir çağda ekvatorla kutupların yer değiştiği, kutup ikliminin tropik iklimine benzediği jeoloji tarafından kabul edilmiştir. Spitzberg ve Grönland’da bulunan manolya, incir, hurma ağaçlan, sıcak bölgelerde yaşayan hayvan fosillleri bunu ispatlar. Buz alanından söz edildiğinde bu çeşit jeolojik olayların birkaç defa yer aldığını da hatırlatmak gerekir. Buzlann son çözülüşü (YVunns IH dönemi) yaklaşık olarak 1012.000 yıl önce
Avrupa’yı ve Güney Amerika’yı etkilemiştir. Olay büyük bir tuzla yayıldığından, peyira geniş paçalarını .üriiklediöi de kabul edilir. Bu durum Atlantid olayında da görülür Ancak bu durum Hiperbore’nin varlığını desfekleyebüecek nitelikle değil; olsa olsa kıtaların batma nedenini ortaya koymaktadır.

Tahiti’de eski bir efsane

Tahiti’de eski bir efsane var. Buna göre insanoğlu Fenua Nui kıtasında doğmuştur. Ama rüzgar tannsı Ru soluğu ile kıtayı dağıtmış, birçok irili ufaklı adaya ayırmıştır. Efsaneye göre Paskalya Adası Fenhua Nui’nin bir parçasıymış.
Karolin adalarının sakinleri ise çok eski zamanlarda ışıl ışıl yanan gemilerle Ponape’ye giden, okyanusun ötesinde yaşayan, değişik dil konuşan mutlu insanlarla ve yüksek binalarla dolu bir ülkeden söz eder ve yerlileri eğiten bir ırkın varlığına inanırlar.
Havai, Yeni Zelanda ve Yeni Ebrid efsaneleri beyaz tenli, uzun saçlı atalarının olağanüstü başarılarıyla doludur. Madagaskar efsanelerinde ise Hint Okyanus nda bulunduğu sanılan Seme Kıtası’nın adı sık sık geçmektedir.
Her ne kadar Churchvvard’ın ve arkeolog VVilliam Niven’in desteklediği Mu kıtası görüşü İnandırıcı olmaktan uzaksa da Albay’ın hayalî keşfinin arkasında birtakım esrarlı gerçeklerin bulunduğu açıktır.

Churchvvard’ın öne sürdüğü ilk ırk ve kayıp uygarlık görüşünün oldukça geniş bir kısmı, Mu’nun çocuklanndan saydığı Uygurlarla ilgilidir. Alba/a göre Uygur İmparatorluğu, Ma dan sonra, dünyanın tanıdığı cn yüce İmparatorluk olmuştur.

“Doğu’da Pasifik Okyanusu’na, Bab’da bugün Mokovanın bulunduğu yere kadar uzanırdı; bir an Orta Avrupa ve Atlas Okyanusu kıyılarına kadar genişlemişti… Uygur imparatorluğu nun en parlak döneminde dağlar alçacık, Gobı Çolu’de bol suların aktığı büyük bir yaylaymış. Uygarlar burada, Bayk.ıl «olunun güneyinde, başkentlerini kurmuşlar… Çok eski kaynaklara göre daha birçok büyük şehirler kurmuşlardı. Bunlar ya bütünüyle yok edildi ya da bugün Göbi çölünün kumlan altında yatıyor. M.O. 500 tarihim taşıyan bazı Çin kaynaklan Uygurları bize şöyle anlatırlar. Saçları san, gözeri maviydi, tenleri açık ve beyazdı; güney bölgelerinde yaşıyanlann saçtan ve gözleri koyuyduBir manastırda bulunan eski bir yazıta göre, Uygurların başkenti ve halkı İmparatorluğun bütün doğu bölgelerini kaplayan bir tayfun tarafından yok edilmişti.”

Churchvvard’ın sözünü ettiği kaynaklar hiç bilinmiyorsa da Gobi çölünde, Kara Kota kalıntılarında bulunan 18.000 yıllık bir mezarla, Fransa’da Glozel’de 1925’te keşfedilen ve Uygur yazısıyla benzerlikler taşıyan tarihöncesi toprak çanaklar, Albay’ın birtakım gerçeklere de değinmiş olabileceği görüşünü desteklemektedir.
Atlantid konusunda gerçek hayali destekliyorsa Mu’nun keşfinde bunun tersiyle karşılaşıyoruz. Dolayısıyla uygarlığın ve insanoğlunun beşiğinden ayrılıp üçüncü ve son kayıp kıta örneğimize geçelim.
Atlantid kadar ünlü ve eski bir kayıp kıta olan hiperbore hâlâ hiç kimse tarafından resmen keşfedilmemiştir. Hiperbore mitosu çoğunlukla eski geleneklere ve efsanelere bağlı kalmaktadır.

Mısır gelenekleri

Mısır geleneklerinde adı geçen Punt Diyarı, coğrafi yeri belirtilmeyen, gemicilerin sık sık ziyaret edip baharat, değerli ağaçlar ve elektrom (altın, gümüş alaşımı) aldıkları bir ülkedir. Kimi bu ülkeyi Rodezya’da, Zimbabıve’deki katıntılarda, kimi Atlantid’de buluyor. Punt Diyarı Mısırlılar için insanoğlunun doğu kutsal bir yer sayıbrdL
Mikene’de Aslanlar Kapısı’ndaki bir yazıtta, Mısırblar’ın Atlandı bir rahip olan Tot’un ocundan türedikleri belirtiliyor.

Mısır’ın tarihöncesi çağlarını araştıran Edenne Drioton ve Vandier, Baü’dan gelen hocaların yüzyıllar boyunca Mısır’ı yönettikten sonra Doğu’ya göç ettiklerini savunmakta.

“Ülkelerin Başlangıcı” adlı eserinde Ravvlinson:
“Mısırlılar, atalarının çok eski zamanlarda Nil kıyısına yerleşen yabancılar olduğunu söylerlerdi,” demektedir. Ravvlinsori’dan yüzyıllarca önce Herodotos da aynı görüşü savunmuştu:

“Mısırlılar, batıdan gelen ve dünyanın en eski ırkı olduklarını söyledikleri atalanyla övünürlerdi.”
Bu tür inanç ve düşünceler Sovyet görüşünü desteklemekten başka, hâlâ bir esrar sayılan Mısır uygarlığına yeni bir boyut getirmektedir.

Atlantid’le ilgili bir belge daha vardır: 1406 yılında Kanarya Adalan’na ilk ayak basan Fransızlar açık tenli, çok uzun boylu, kendilerini tayfundan kurtulan tek ırk sayan Guans (Guanches) yerlileriyle karşılaştılar. Guanslar’m inançlarına göre ataları ilk Atlant Kralı Uranüs idi.

Kayıp ülkenin varlığı ispatlanırken uygarlığı hakkında Eflatun’un söylediklerinden başka bilgimiz yoktur.
Eflatun’un söylediklerinden başka bilgimiz yoktur. Genellemeye kaçarak buna uygarlık diyoruz, çünkü Atlantidlcrin eski uygarlıkları etkilediği düşüncesi oldukça güçlenmiştir. Yorumcuların bir kısmı, geniş hayallerini imleterek, atomun keşfine varıncaya kadar AJtonllar’a birçok özellikler tanımışlardır. Atlantid’in yaşlılığı üzerinde durulura, kayıp ülkenin uygarlığının sonraki uygarlıklara birçok şeyler getirmiş olabüeceğini düşünebiliriz.
Bütün bunlar tahmindir. Günün birinde bu tahminler, bu görüşler doğru çıkarsa, günün birinde Atlas Okyanusu diplerinde yatan sırlan açıklarsa, beklenilmeyen bir anda başka kaynaklar keşfedilirse o zaman bütün tarih bilgilerimiz yeniden gözden geçirilecek, yeni bilinmeyen bir tarih yazılacaktır.

Atlantid’i jeoloji, eski gelenekler kabul ediyor, bir çok bilim adamı destekliyor; tarih inkâr ediyor. Bu yüzden kuşkulu davrananları inandırabilmek için daha başka geniş bilgiler gerekmektedir.

Atlantid kıtası

“Jeoloji bilginleri. Eflatun tarafından kullanılan deyimi benimseyerek, bu adla (Atlantid) şimdiki Atlas Okyanusu’nun büyük bir kısmını kaplayan eski bir kıtayı söylerler. Bu kıtanın bir yandan Kuzey ve orta Amerika, öbür yandan da Avrupa ve Afrika’nın kuzeybatı kıyılarıyla sınırlanmış olduğunu ileri sürerler. Uzmanlar Grönland, Asor, Madeira, Kanarya ve Yeşilburun adalarının Atlantid kıtasının çökmesinden geri kalan toprak olduğunu belirtmektedir. Kanada ve Amerika birleşik Devletleri’nin doğu kıyılan boyunda bulunan kambriyum çökeltiler Kuzey Amerika’nın öbfir bölgeleriyle benzerlik göstermezken Avrupa’nın bazı yerierindeki lûrierie özdeşleşen türlere yer verirler.

Bundan çıkan sonuç. Kuzey Amerika’nın doğu ve batı bölgeleri arasında bir bağlantı olduğudur. Kambriyum bölgesindeki omurgasızların okyanus abislerini aşabilmeleri söz konusu olmayacağına ve birbirinden bu ayrık ve uzak kıtalarda böylesine benzer hayvanların yaşayabilmesi tasarlanmayacağına göre, Amerika ile eski kıta arasındaki sığ sularda birtakım hayvan göçlerinin gerçekleştiğini kabul etmek gerekir. Grönland’dan başlayarak güneye doğru inen ve yapısı normal tortullaşma süreçleri ve deniz dibi hareketleriyle açıklanamayan Atlas Okyanusu dibinin derin olmayışı da yukarıdaki görüşü destekler… Deniz dibinin althava kuşağı çevresinde aşınma etkisiyle meydana gelmiş olduğu düşünülebilir. Asor adalarının kezeyindeki bir noktada sondalama yoluyla deniz dibinden alman kaya örnekleri, bunların magmanın açık havada sertleşmesinden olduğunu göstermiştir. Bu durum da yakardaki varsayımı doğrulamaktadır. Avrupa kıyılarına ve okyanusun dibine paralel olarak kuzeyden güneye giden bir hat boyunca, birçok volkanik izleri sıralamıştır. Bu izler, Atlantid’in çöküşünü doğuran dikey hareketlere bağlanabilir. Özellikle orta Amerika, Antiller, Madeira, Kanarya, Ycşilburun adalarının volkanik nitelikleri hatırlanırsa, bu bağlantı gerçeğe aykırı düşmez. Atlantid’in çöküş zamanını kestirmek güçtür. Yavaş yavaş sulara gömülerek son devresinin Üçüncü Zamandan sonra gerçekleşmiş olması mümkündür.”

Büyük bir ansiklopediden aktarılan ve konunun çeşitli yönlerini açıklayıp Jeolojinin Atlantid kıtasını batık kıta olarak kabul ettiğini tanıklayan yukarıda ki bilgilere açıklayıcı olarak başka jeolojik veriler de eklenebilir:
• 1898 yılında Atlas Okyanusu’nda kablo döşeyen bir gemi 3000 m. derinlikten bazaltların kimyasal bileşimine uyan ve cam haline gelmiş lava örnekleri çıkartmıştır. Bu lava yalnız normal atmosferik basman etkisi altında bu hale gelebilmiştir.

Sovyet araştırma gemisi Mikhael Lomonossov’da bulunan madencilik ve jeoloji öğretmeni Maria Klinova, Kuzey Atlas Okyanusu’nda bilinmeyen bir dağ keşfetmiştir. Bu dağın 15.000 yıl önce var olduğu, sonradan batan bir kıtanın kalıntısı olduğu sanılmaktadır.

İslanda’dan Antartika+’ya kadar uzanan ve dorsale atlantique (Atlantik Sırt Çizgisi) adını alan deniz dibi çizgisinde Hudson, Luar, Sen ve Ren gibi nehirlerin yeraltı yalaklan bulunduğu açıklanmıştır.

Genel olarak son iki yüzyılda yürütülen deniz dibi araştırmaları. Eflatuna hak verircesine, Atlas^ Okyanusu’nun dibinde dağlık bir bölgenin bulunduğu sonucuna varmışlardır. Son on yıl içinde genişletilen bu araştırmalar aynca kıtanın, yavaş yavaş batarken, okyanusun bir kısmını bataklığa çevirdiğini ve gerek Avrupa’da gerek Kuzey Amerika’da buz çağının sona ermesi böyle bir olayın sonucu okluğu görüşünü desteklemiştir.

Atlas Okyanusu’nun diplerinde yapılan araştırmaların birinde, 15 santim çapında, 4 santim kalınlığında banlan diş işaretine benzer işaretler taşıyan yuvarlak nesneler bulunmuştur. Bir yoruma göre sunî olduğu sanılan bu nesnelerin, radyoaktif karbonla yapılan denemelerde 12.000 yıl önce suların üstünde bulunduğu anlaşılmıştır.

Benzer araştırmalarda, deniz dibi çamuruna karışmış tath su yosunlan bulunmuştur. Fransız Atlas Okyanusu uzmanı Ren£ Malaise’e göre bunlar batık ve 3000 metre derinliğinde bulunan eski bir gölden gelmektedir.
Görüldüğü gibi, jeoloji ve coğrafya da Eflatun’un sözünü ettiği noktalan desteklemektedir. “Timaeus”ta, Atlantid’in çöküşüyle ortaya çıkan ve gemicilere engeller yaratan alt tabakalardan söz edilmektedir. Çağdaş bir yorumla bunlar Asor Adaları çevresinde bulunan ve sulara gömülen tutanın kalıntıları sayılan ufak Formigas adalan ile hâlâ gemiciliğe kapalı olan Sargaslar denizidir.

“Kritiasfa hem soğuk hem sıcak bir nehir anlatılmaktadır Çağdaş bir yorumla bu Gulf Stream’den başka btr şey olamaz.

Mısır’la Batı Ülkeleri arasındaki ilişkiler

Hikâyenin çıkış noktası, Yunan devlet adamı Solon (M.Ö. 638/559)’un Kritias’ın dedesinin dedesine anlattığı, Atina’nın prestijini yükselten bilinmeyen ya da unutulan bir olaydır. Solon bu olayı Mısır’da, Firavun Amosis’in zamanında, Sais şehrinin rahiplerinden öğreniyor. Yaşlı bir rahip, kutsal arşivlerde korunan belgelere dayanarak, çok eskiden Cebelitank’ın ötesinde bulanan büyük bir adada ya da kıtada yaşayan bir ırkın, Atlanüar’m, Avrupa’nın büyük bir kısmını istilâ ettikten sonra Yunanistan’ı ve Mısır’ı fethetmeye hazırlanınca Yunanlılar tarafından nasıl bozguna uğratıldığını Solon’a anlatıyor “Bu ada Trablus’tan ve Asya’dan daha büyüktü. O zamanların yolucuları bu adadan başka adalara geçip, bu adalardan da Okyanusun kıyısında bulunan kıtaya geçebiliyorlardı.

Atlantid kıtasında Krallar yüce bir İmparatorluk kurmuşlardır. İmparatorluk hem bütün adaya hem de birçok başka adalara sahipti.”

Antlar Yunanlılar tarafından geri püskürtülüyor ve ülkeleri, bir günle bir gece içinde yer alan korkunç bir
deprem ve tayfundan sonra okyanusun içinde kayboluyor.

“Sonra korkunç depremler ve afetler oldu. Bir tek gün ve gecede bütfin ordu aniden yerin altına geçti ve Atlantid denizin dibine battı.”

Bu hikâyenin anlatılışında Solon un tek tanığı Eflatun’dur. Solon’un keşiflerini, Mısır rahipleriyle konuşmalarını, Atlantid hakkında topladığı bilgileri Eflatun açıklar. Hatta bununlâ yetinmeyerek, “Solon’un Hayatı” adlı eserinde şunu belirtir “Solon Mısır’ı ziyaret ettiğinde, Suhis adındaki Sa is’li bir rahiple Pscnofis adlı Heliopolis’li bir rahip, 9000 yıl önce Atlantid’in batmasıyae Mısır’la Batı Ülkeleri arasındaki ilişkilerin kesildiğini kendisine açıklamışlardı.”

Bütün bu bilgileri acaba Eflatun hangi kaynaklardan elde etmişti; işte bütün tartışma aslında bu noktanın çevresinde dönüyor.