Astral Dünya

Konum Duyusu

Genellikle olağan kabul ettiğimiz bir duyu yeteneğimiz, bedenimizin boşlukta nasıl konumlandığını bilebilmemizdir. Bu yetenek, bedenimizin çeşitli kısımlarının birbirine göre nerede olduğunun ve aynı zamanda bedenimizin yerçekimine göre nasıl konumlandığının ayırdmda olmayı içerir. Bedenin, herhangi bir amaca yönelik bir hareket yapmak için bu duyulara gereksinimi vardır.

Kinestetik duyu, insanların, iskelet kaslarındaki hareketin ayırdmda olmasına yardım eder. Bu duyu, eklemlerimizde yer alan kinestetik alıcı hücreleri yoluyla çalışır; fakat bazı kinestetik bilgiler de kaslardan ve tendonlardan gelir. Bu alıcı hücreleri, kaslarımız ve eklemlerimizdeki değişimleri ayırt eder. Bu mekanik enerjiyi, omurilikteki yolaklardan giderek sonunda beyne ulaşan elektrokimyasal enerjiye dönüştürürler. Bu duyunun varlığını, sadece, olmadığı zaman, örneğin bacağımız “uyuştuğunda” ve yürümekte güçlük çektiğimiz zaman fark ederiz.

Diğer konum duyıısu ise dengemiz hakkında, yerçekimine göre nerede olduğumuz hakkmda, hızlanma ve yavaşlama hakkında bilgi veren geçit (vestibular) duyusudur. Bu duyu, yerçekiminin kaynağına göre başın konumu ve hareketi ile belirlenir.

Geçit duyusunun, iç kulağımızın derinliğindeki alıcı tüy hücreleri ile ayırdına varırız. Uyarıldıkları zaman bu hücreler, beyne sinirsel içtepiler gönderir. Aşırı derecede uyarıldıklarında, hareket hastalığı denilen baş dönmesi ve mide bulantısı hissi verir.

Dokunma Ve Koku Duyusu

Dokunma duyusu, bir diğer doğrudan temas duyusudur. Çok tabakalı derimiz, dokunma duyusu ile ilgili duyumsamaları ayırt etmemiz için çeşitli duyumsal alıcıları içerir. Basınç duyusu, nesneler baskı yapınca derinin şeklindeki değişikliklerden kaynaklanır. Sıcaklık ya da soğukluk duyusu, derimize dokunan her neyse onun moleküler etkinliğine verilen bir yanıttır.
Derinin (ya da diğer duyuların) çok fazla uyarılması, acı duyumsamasına neden olur.

Acı, bununla birlikte, acıyı veren nesnede (yanan kızıl kömür) yer almaz. Nesne, sadece, acı olarak yorumlanan bir süreci etkinleştirir. Acı, aynı zamanda, vücudumuzun içinden gelen uyarılar ile yaratılır. Örneğin, içerdeki dokularda oluşan hasar, acı alıcılarının bulunduğu bir yerde ise, alıcılar başta ya da sırtta konumlanmasa bile, baş ağnsı ya da sırt ağrısıyla sonuçlanabilir.

Tat almaya benzer bir süreçle, bir şeyin kokusunu aldığımız zaman, bu şeyle doğrudan temas kurarak yaparız. Havadaki koku taşıyan moleküller burun boşluğuna ya da ağza girer. Burun boşluğunda bulunan küçük tüy hücrelerine ulaşır. Gaz molekülleri alıcı hücrelerdeki yuvalara uyar ve beyne iletilen elektrokimyasal içtepilere dönüştürülür.

Koku taşıyan moleküllerin bir kokusu yoktur. Sadece yine moleküllerin hangi alıcıların boşluklarına yakalandıklarına bağlı olarak, beyin tarafından keskin, meyveli ve deniz kokusu olarak yorumlanan koku iletilerini etkinleştirir.

Tat Alma

Gördüğümüz nesneler gözlerimizden az çok uzaktadır, işittiğimiz olaylar kulaklarımızdan az çok uzakta olur. Tadını aldığımız şeyler ise bizimle doğrudan temasta olmalıdır.

Tadılmak için, bir uyarı, tükürük içinde çözünebilen moleküller, yüklü atomlar ya da atom gruplan içermelidir ve ağzımızda bu kimyasallan çözmek için yeteri kadar tükürük bulunmalıdır.

Tat veren maddeler görünen küçük kabarcıkların üzerindeki tat alıcı hücre öbeklerini içeren dil yüzeyine yerleşir. Tükürük ile kanşmış tat veren maddenin molekülleri, yüklü atomlan ya da atom grupları alıcılann içindeki uygun biçimde büyüklük ve şekildeki çukurlara yerleşir. Alıcılar bu kimyasal uyanyı, beyne iletilen elektrokimyasal enerjiye dönüştürür.

Maddelerin özünde tat yoktur. Hangi alıcı hücrelerinin uyanldığına bağlı olarak, beyin tarafından, tatlı, ekşi ve tuzlu ya da acı şeklinde yorumlanan bir süreç başlar.

İşitme

Ses dalgaları, mekanik bir basınç yapan ya da havadaki molekülleri iten eşit aralıklı sarsıntılardır. Havadaki bu moleküller, havada bulunan diğer moleküller ile çarpışır, sonra onlar da havanın diğer molekülleri ile çarpışır; böylece üç boyutlu bir mekanik enerji oluşur.

Bu dalgalar, insan kulağının çeşitli kısımlarından iletilir ve sonunda kulağın derinliğindeki cochleada. bulunan binlerce tüy hücresine ulaşır. Özel tüy hücreleri (işitme alıcıları) titreşirler ve ses dalgalarının mekanik enerjisini, duyumsal sinir hücreleri tarafından beyne iletilen elektrokimyasal enerjiye dönüştürür.

Ormanda bir ağaç düşerek havadaki molekülleri sarstığı zaman, ses dalgaları oluşturur. Eğer yakında bir yerde, ortaya çıkan enerjiyi, insan beynine kaydolan elektrokimyasal içtepilere dönüştürecek hiçbir işitme alıcısı yoksa sonuç duyulmayan bir sestir.

Görme

Göze giren ışıklar, gözü n arka yüzündeki bir sinir hücreleri ağı olan retinaya ulaşır. Bu ışıklar farklı enerjilerde elektromanyetik dalgalardır, hepsi saniyede 300.000 kilometrelik bir hızla yol alırlar.

Retinadaki ışık alıcıları (çomak ve koni hücreleri) elektromanyetik enerjiyi, optik sinir (algılayıcı sinir hücreleri) tarafından beyne iletilen elektrokimyasal enerjiye dönüştürür. Dalgalar özünde renksizdir, içtepileri “renk” olarak “yorumlayan” beyindir. Renk, zihinde oluşan bir deneyimdir. Alan, dönüştüren, ileten ve yorumlayan bir sürecin deneyimsel sonucudur.

Olağan Duyumsal Algılama

Beş duyusuyla donatılmış insan, çevresindeki evreni keşfeder ve bu macerayı bilim olarak adlandırır.
Bir medyum diğerine ne demiş?
Sen iyisin, ben nasılım ?

İnsanlara “Dünyayı algıladığımız duyular nelerdir?” dediğimiz zaman, genellikle yanıt, görme, duyma, koku alma, tat alma ve dokunma şeklindedir. Gerçekte ise, listeyi tamamlamak için birkaç tane daha olağan duyu eklenmelidir. Bunlar “olağandışı” duyular değildir. Sadece, olağan duyular listesine eklenebilecek olanlardır.

Bilimin keşfettiği, bu olağan duyuların çalışma yollarına ait mekanizmaları inceleyeceğiz. Sonra da “olağandışı” duyular için savlanan kanıtlan inceleyeceğiz. Bu süreçte,’ bu duyulann sözde duyular olduğunu gösteren kanıtları ortaya koyacağız.

Duyumsal Algılama
duyu nedir? Bir duyu, Özel bir fiziksel ya da kim•mak ve uyanyı sistemdeki en son öğeye, yani beyne iletmek için elektrokimyasal mesaja dönüştüren bir duyu alıcısını içeren fiziksel bir sistemdir; beyin mesajı alır, yorumlar ve düzenler. En sonunda, dünyanın gerçekleri konusunda bilgileri alan beynimizdir.

Bu da demektir ki koku duyusu, burnumuzda değil de beynimizde oluşur. Görme duyusu gözlerimizde değil, beynimizde olur; tüm duyularımız, sonuda aynı şekilde duyu organlarında değil, beynimizde oluşur. Duyumsal bilgiler de insan beyninden kaynaklanabilir.

Yerleştirilmiş Kanıtlar İddiası

Hızlı “bilimsel”yaratılışçılar, kuramlarına aykırı olan kanıtları, Tanrı nın o kanıtları kasıtlı olarak yarattığı şeklinde bir iddia ile açıklamaktadır. Örneğin, kuasarlardan milyarlarca yıldır dünyaya yolculuk yapar gibi görünen ışık, Tanrı tarafından sadece 6000 ile 10.000 yıl öncesinde, Dünyaya 6000 ile 10.000 yılda ulaşabileceği bir noktada yaratılmıştır. Tanrı, aynı zamanda, Dünyayı gerçekte olduğundan daha yaşlı göstermek için Dünyayı fosillerle eksiksiz yaratmıştır.

Yerleştirilmiş Kanıtlar İddiasına Bilimin Yanıtı
Bir açıklamanın bilimsel olması için, bunu sınamanın akla yatkın bir yolu olması gerekir. “Yerleştirilmiş kanıtlar” açıklamasının yanlış olduğunu gösterecek akla yakın hiçbir sınama yolu yoktur; yanlışlanamaz. Böyle olunca da, milyarlarca yıllık bir evrenin varlığına dair kanıtların yanlış olduğunu gösteremez. Gözlemlerin elverdiğinden daha karmaşık bir açıklama düzeyini ortaya koyan, özellikle bunun için geliştirilmiş bir hipotezdir.

Bu karmaşık “yerleştirilmiş kanıtlar” açıklamasının doğru olma olasılığı varken, destekleyici kanıtlar bulunana kadar buna inanış, kayıtsız koşulsuz dinsel bir inanç olarak kalacaktır. Bilim insanlarının bu daha karmaşık açıklamanın yanlış olduğunu ispatlaması hiçbir şekilde mümkün olmadığına göre, bu düşünceyi kanıtlamanın sorumluluğu “bilimsel” hızlı yaratılışçılara düşmektedir. Benzer şekilde, Tanrı’nın doğada artık geçerli olmayan “özel” bir süreçle evreni yarattığının ve Tanrı’nın Dünyayı yarattığı doğa yasalarının şimdi gözlemlediğimiz yasalardan farklı olduğunun ispatının sorumluluğu da onlara düşmektedir.

“Rastlantısallık Her şeyi Açıklayamaz ” İddiası

“Bilimsel” hızlı yaratılışçılar, rasgele oluşan evrimsel bir değişimin, evrimin nasıl ilerlediğini açıklayamayacağını iddia eder.

Rastlantısallık Her şeyi Açıklayamaz İddiasına Bilim insanlarının Yanıtı
Sorun yine, biyologların ne dediğinin tam olarak anlaşamamasından çıkmaktadır. Rastlantısallık, evrimsel sürece, doğal olarak meydana gelen rasgele mutasyonlar olarak girer. Bunlar, evrimsel sürecin hammaddesini oluşturur: Genetik çeşitlilik. 3,8 milyon yıllık bir dönemde oluşan mutasyonlar, yaşam biçimlerinin bu müthiş çeşitliliğini yaratma potansiyeline sahipti. Bununla birlikte, doğada, mutasyona uğramış çeşitler tüm potansiyellerini gerçekleştirmemiştir; çünkü çeşitliliğin sürdürülmesini sınırlayan pek çok etmen vardır.

Örneğin, buzulların oluşumu gibi doğal olarak meydana gelen jeolojik değişimler, eğer toplumda değişen koşullarda üreme yeteneği olan çeşitler yoksa, tüm türün yok olmasına neden olacak iklim değişikliklerine neden olur. Doğal seçilim olarak bilinen bu süreçte, sınırlayıcı etkenlerin varlığında yaşayabilen organizmalar üremeyi başarır, bu yolla genlerini gelecek kuşaklara aktarabilir. Bu şekilde, her kuşakta rasgele ortaya çıkan belirli çeşitler toplumda daha yaygın olarak görülürler.

Rasgele mutasyon kaçınılmazdır; çünkü mutasyon doğal bir olaydır. Doğal seçilim de kaçınılmazdır; çünkü hemen hemen herhangi bir canlı toplumu, sınırlı olan doğal kaynaklar tarafından desteklenebilmesi mümkün olandan daha fazla sayıda yavru yapar.

Evrim Hiçbir Zaman Gözlenmemiştir İddiası

Burada sorun, biyologların evrimle ne kastettiklerinin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Biyologlar evrimi, aynı türe ait olan ve belirli bir coğrafi alanda yaşayan organizmaların gen havuzunda (genlerinin toplamı) zamanla oluşan değişimler olarak tanımlar.

Bu şekildeki değişimler gözlenmiştir. Birkaç yıl içinde pestisitlere direnç geliştiren böcekler buna güzel bir örnektir. Benzer değişimlerin ortaklaşa etkisi, türler dahil tüm canlıların çeşitliliğinin oluşmasını mümkün kılmıştır.

Evrim, fosil kayıtlarında keşfedilmesi beklenenler türlerin coğrafi dağılımı, vb. konularındaki öngörülerinin doğrulanması anlamında, geçmişe dönük olarak da gözlenmiştir.

Termodinamiğin İkinci Yasası nın Çiğnendiği İddiası

Temel ve iyice sınanmış bilimsel bir yasa olan Termodinamiğin ikinci Yasası’na göre, kapalı bir sistem (hiçbir madde ve enerjinin girmediği ve çıkmadığı bir sistem) en sonunda dağılacak ve düzensiz ve rastlantısal bir konuma dönecektir: Düzenli durumlar, kaçınılmaz olarak düzenliliklerini yitirir.

Evrim Kuramı na göre ise, canlıların evrimi, daha az düzenli durumlardan (moleküller, vs.) daha düzenli durumların (canlılar) yapılması anlamına gelir. Böylece, “bilimsel” hızlı yaratılışçıların iddiasına göre dünya gezegeni kapalı bir sistem olduğundan, evrim (daha az düzenli sistemlerden daha düzenlilerinin evrimleşmesi) mümkün değildir.

Bilim İnsanlarının Termodinamiğin İkinci Yasası’nm Çiğnendiği İddiasına Yanıtı Termodinamiğin İkinci Yasası, evrim tarafından çiğnenmiş olmaz, çünkü dünya gezegeni kapalı bir sistem değildir. Sistem dışından (gezegenin dışından) önemli miktarda enerji alır.

Güneş ten alman enerji, canlıların gelişmesini mümkün kılar. Örneğin, güneşten gelen enerjinin klorofil moleküllerinin yardımıyla soğurulduğu bir süreç olan fotosentez sırasında, su ve karbon dioksit moleküllerinden daha da yapılanmış şeker molekül] eri oluşunca, düzenlilik artar. Organizma öldükten sonra, artık bu enerjiyi kullanamaz, süreç geriye döner ve canlının bedeni ayrışır.

Dinozorların ve İnsanların Aynı Çağlarda Yaşadığı iddiası

Evrim Kuramı na göre türlerin hepsi birden yaratılmamıştı. Farklı zamanlarda ortaya çıkmışlardı; örneğin, dinozorlar ilk
defa mesozoik dönem sırasında 250 milyon yıl önce ortaya çıktılar ve 65 milyon yıl önce de yok oldu; insanlar ise senozoi k döneme, yaklaşık 200.000 yıl öncesine kadar ortaya çıkmadılar.

Eğer dinozorlar, insanın evriminden çok önce yok olmuşlarsa, ikisinin birlikte var olduğunu gösteren kanıtlar, bu durumda evrimsel zaman ölçülerine ciddi bir darbe olurdu. Bu yüzden, ”bilimsel” hızlı yaratılışçılara göre, Glen Rose, Texas ta bir zamanlar çamurlu bir nehir kıyısında dinozor ve insanlara ait ayak izlerinin aynı zamanda bırakıldığına ilişkin kanıtları bulmak Evrim Kuramı mn ciddi biçimde kusurlu olduğunun ispatıydı.

Dinozorların ve İnsanların Aynı Çağlarda Yaşadığı İddiasına Bilimin Yanıtı 1986’da paleontolog Glen Kuban, bu ünlü ayak izlerini inceledi. İnsan ayak izlerini andıran izlerin, üç parmaklı dinozorlara ait olduğunu belirledi. Erozyon görüntüyü silmişti, fakat dikkatli bir inceleme üç ayak parmağına ait kanıtlan ortaya çıkarmıştı. Dahası, iddia edilen insan ayak izleri arasındaki mesafe, insan için tipik olandan anlamlı biçimde farklıydı.

Dokuma Tezgâhını Çatmak Bilimin Duvar Halısı

Bu üç kuram, 1860 larda ortaya atılmış olan biyolojideki canlıların Evrim Kuramı, 1920’lerde öne sürülen astronomideki evrenin evriminin Big Bang Kuramı vel960’larda oluşturulmuş olan Dünya hm evriminin Levha Tektoniği Kuramı, evrenin yaşamı ve çeşitli zamanları hakkında birlikte dokunmuş gösterişli ve zengin desenli bir duvar halısı gibidir. Her kuram diğerleriyle bağlantılıdır ve diğer kuramlarca desteklenir. Gerçekten de bilimin ayırıcı özelliklerinden biri, onun çeşitli dallarınca elde edilen bilgilerin birbirine yaklaşmasıdır.

Örneğin, astronomlar, Dünya gezegeninin yaşını A miyar yıl olarak belirledi. Bu kestirim, bir yıldız olan güneşteki hidrojen ve helyum atomlarının göreceli bolluklarının ölçümüne dayanıyordu (bir yıldızdaki helyum miktarı, onun; ne kadar zamandır ilk yakıtını, yani hidrojeni, helyuma çevirdiğini gösterir. Dünya, aşağı yukarı güneşin oluştuğu zaman oluştu. O halde yaşları kıyaslanabilir olmalıdır.) Astronomlarca kestirilen dünyanın yaşı, jeologların levha hareketlerinin ölçümünden ve biyologların mercan büyümesi üzerindeki ölçümlerden vardıkları yaş kestirimi ile aynıdır.