Her Telden

Geleceğin kanser belirticisi?

Homosistein, metilasyon sorunlarına dair bir belirteç olarak dikkatleri üzerine çektiğinden ve metilasyon sorunları birçok kanser türünün temel nedeni olarak görüldüğünden; homosistein ve birçok kanser türü arasmda bir ilişki kurulduğunu görmeye başlamamız yakındır.

Şimdilik yalnızca yüksek homosisteinin kanser riskini (özellikle kolon, cilt kanseri, lösemi, servikal displazi ve diğer displaziler) arttırdığına dair sağlam kanıtlar olduğunu söyleyebiliriz. Ve homosisteini düşüren bir beslenme ve takviyeler yoluyla (bu bölümün sonunda açıklanıyor) kanser riskinizi muhtemelen en azından üçte bir oranında düşürebileceğinize inanmak için iyi nedenler vardır.

Tüm bunlar; homosisteini ölçmenin, bizi kansere yol açabilecek mevcut sorunlara karşı uyarabileceğim göstermektedir. Böylelikle bu sorunları hafifletmenin yollarını arayabilir hatta kanserin oluşmasmı ya da ilerlemesini önleyebiliriz. Daha önce bahsettiğim gibi ölçmek hayati önem taşır; çünkü kanser hastalarındaki homosistein düzeyleri düşük de olabilir, yüksek de.

Homosistein ölçümü
Ölçüm yaptırma konusunda doktorunuza başvurabilirsiniz. Homosistein, mmol/1 olarak ölçülür. 15 birimin (mmol/1) üzerindeki değerlerin ‘yüksek’ olduğunu düşünürdük, bu artık kalp krizi riskinizi arttıran ya da Alzheimer riskinizi iki katma çıkaran bir değer olarak kabul ediliyor. Kalp hastalığı hikâyesi oları kişilerin yaklaşık yüzde 30’unun homosistein düzeyi 14 birimin üzerindedir. 10’un üzerinde bir değer kanser riskinin artmasıyla ilişkilendirilir.

İngiltere’deki ortalama düzey 10,5’tir. Ancak çoğu uzman 6 birimin altmda bir değerin ideal olduğunu düşünmektedir.
Aslında resmî olarak belirlenen güvenli bir düzey yoktur ve beslenmeniz ve almakta olduğunuz takviyelerin homosis teini kontrol altmda tutacağının garantisi de verilemez. İlgili risk faktörlerinden herhangi biri sizde varsa, test yaptırmanız önem taşır.

logo (1)

Homosistein

Aynı risk kombinasyonu(hasarlı gen, düşük folat, B12 ve B2 vitaminleri) meme kanseri için de geçerlidir. Yüksek folat alımı da yine riskin azalmasıyla ilişkilendirilmektedir.69 İsveçli araştırmacılar 11.699 menopoz sonrası dönemdeki kadının folat alimim incelemiştir. Az işlemden geçmiş yiyeceklerden günde ortalama 456 mcg folat alan kadınların meme kanseri riski, ortalama olarak en düşük miktarda alan gruba (günde 160 mcg) göre yüzde 44 daha az bulunmuştur. Ancak başka bir çalışmada da yüksek düzeyde folatın (günde 853 mcg’dan fazla) yarardan çok zararı olduğu gösterilmektedir. Bunun muhtemel açıklaması, yukarıda anlatıldığı gibidir. Kolon kanserinde olduğu gibi, bu defa COMT adındaki belirli bir genin mutasyonu yüksek homosisteine ve metilasyon sorunlarına yol açmaktadır.

Bir kez daha araştırmacılar, meme kanserli kadınların yüksek homosistein ve bu genetik risk faktörüne bağlı olarak metilasyon sorunları yaşayıp yaşamadığını merak etmişlerdir. Günümüze dek yapılan araştırmalar, bu genetik mutasyona sahip insanların gerçekten de yüksek homosistein düzeyine sahip olduğunu, ancak homosistein ve meme kanseri arasında güçlü bir ilişkinin henüz bulunmadığını göstermektedir.70 H değerinizi bildikten sonra, genetik yapmız nasıl olursa olsun, uygun beslenme ve takviyelerle seviyesini düşürebilir ve meme kanseri riskinizi ya da homosisteine bağlı herhangi bir hastalığın riskini azaltabilirsiniz.

logo (1)

Stresin bağırsak üzerindeki etkisi

Stres; kanserojenlerin vücuda giriş yaptığı ana geçit olan bağırsağın bağışıklık mekanizmasını da önemli ölçüde baskılar. Bu çok vahim bir durumdur çünkü bağışıklık hücrelerimizin yaklaşık üçte biri burada bulunur. Savunmamızın ilk hattını sekretuar imünoglobulin A (SlgA) adı verilen madde oluşturur. Uzun süreli stres bu maddenin seviyesini düşürür, dolayısıyla bağırsağa gelen kanserojenlere karşı daha savunmasız kalırız. Bu durum, uzun süreli stresten sonra kolorektal kanser riskinin neden yükseldiğine açıklama olabilir.

Bugün stres hakkmda bildiklerimizin çoğu, bir endokrino log ve stres konusunda uzman olan Dr. Hans Selye tarafından 19301u yıllarda keşfedilmiştir. Yürüttüğü çalışmalarda, üzerinde çalışacağı sıçanları yakalayabilmek için bir süre onları kovaladıktan sonra bu sıçanlara enjeksiyon yapmıştır. Daha sonra sıçanlara enjeksiyon yapmadığmda bile, enjeksiyon korkusu ve beklentisinin hayvanlarda ülsere yol açtığı ortaya çıkmıştır. Bu da vücudun strese verdiği yanıtın, sonuç olarak stresi yaratan kaynaktan daha zararlı olabileceğini göstermektedir. Şu an stresin mide ülserlerinin (insanlardaki çoğu mide ülseri, Helicobacter pylori ya da kısaca H. pylori bakterisinin yol açtığı enfeksiyon sonucu oluşur) tek nedeni olmadığı bilinse de, hassas kişilerde ülsere katkı yapan faktörlerden biri olan H. pylori virüsünü teşvik ettiğine inanılmaktadır.

Stresin üç aşaması

Dr. Selye stresin üç ‘aşamasını’ tanımlamıştır. İlki, ‘savaş ya da kaç’ tepkisidir. İkinci aşama ise, vücudumuz normale dönene kadar stresli bir dönemi atlatabileceğimiz ‘direnç aşaması’dır.Bu aşama,stres kaynağı eğer smav ya da bir teslim tarihine iş yetiştirme gibi kısa vadeli ise sonuç verir. Ne yazık ki vücutlarımız, stresimizin kaynağı hâlâ fizikselmiş gibi yanıt vererek bizi ‘savaşmamızı’ ya da ‘kaçmamızı’ sağlayacak hormonlara boğmaktadır. Bu durumun gerektirdiği gibi savaşmaz ya da kaçmazsak, ya da hormonları dağıtmak için egzersiz yapmazsak, bu hormonlar salgılanmaya devam ederek vücudumuza hasar verir. Vücut böylelikle üçüncü aşamaya, ‘tükenme aşamasına’ girer. Bu noktada vücudun tüm kaynakları sonunda tükenmiş, vücut normal işlevini sürdüremez hale gelmiştir. Stresin kaynağı var olmaya devam eder ve bu süreç daha da uzarsa, uzun süreli hasar meydana gelebilir. Stres işte bu şekilde kronik hale gelir ve ‘kötü’ stres adım alır.

Daha önce stresin ülsere yol açabileceğinden bahsetmiştim; Robert Sapolsky de Why Zebras Don’t Get Ulcers adlı mda insanlar ve hayvanlar arasmda bu konuda büyük bir fark olduğunu dile getiriyor. Hayvanlarda da tehlike aranda ‘savaş ya da kaç’ yanıtı oluşur, ancak yalnızca insanlar bu yanıtın oluşmamasını sağlamaya çakşır. Duygusal rahatsızlık yaratan durumların uzaması; ülser, bitkinlik ve sağlığa ciddi boyutta zarar veren sonuçları doğurabilir.

Kaygılandığımız ya da strese girdiğimiz zaman, vücudumuz bir hayvanmki ile (bir aslan tarafından kovalanan zebra gibi) aynı fizyolojik tepkileri verir, ancak biz bu tepkileri savaşmak ya da kaçmak gibi aynı şekilde eyleme geçirmeyiz. Üstelik bünyemizde uyandırılan bu tepkiler; ekonomide durgunluk, mortgage, ilişkiler vb. konularda kendimizi sıktığımız için aylar boyunca etkin kalır.Bu şekilde devam eden bir süreç, hayati tehlike oluşturan ve kısa vadeli tepkiler doğuran durumlardan epey farklıdır. Savaş ya da kaç yanıtının tetiklenmesi kronikleşir ve uzun vadeye yayılırsa, vücuttaki onarımla ilgili vediğer önemli süreçler (örneğin bağışıklığın desteklenmesi) uzun süre baskılanır. Stres yanıtının bu denli faal olması bizi zamanla hasta eder. Bu nedenle zebralar ülser olmazken, biz oluruz.

logo (1)

Uzayın sonsuz ve büyük ölçeği

Uzayın sonsuz ve büyük ölçekte maddeyle düzgün olarak dolu olduğunu varsayarak, Tegmark sizin en yakın “ikizinizin” 10’un 1029 kuvveti kadar metre uzaktaki bir gezegende yaşadığını hesaplar. Bu kavranamayacak kadar büyük bir sayıdır. Tegmark, astronomların teleskoplarıyla incelediği her şeyi içeren Hubble hacminin yarıçapından çok daha büyük olduğu için, buna “astronomik seviyeden daha fazla” demeyi sever. Ama yine de sonsuzlukla karşılaştırıldığında son derece küçüktür; Tegmark’ın belirttiği üzere, sayının büyüklüğü ikizinizi daha az gerçek yapmaz.

Aynı varsayımları kullanarak, 100 ışık yılı genişliğinde yarıçapa ve Dünya üzerinde merkezlenmiş 100 ışık yılı yarıçapındaki uzay bölgesindekine özdeş içeriğe sahip dünyadan 10’un 1091 kuvveti kadar metre uzaklıkta uzayın küresel bir hacmi olmalıdır; ve aynı şekilde 10’un 10115 kuvveti kadar metre uzaklıkta tüm Hubble hacminin özdeş bir kopyası olmalıdır. Sizin kopyalarınızın gelecek hayatlarını etkiledikleri değişik seçimler yaptıkları, Evrenimizin biraz daha kusurlu birçok kopyası ve Everett yorumundaki kuantum gerçekliğinin farklı versiyonlarından benzersiz olmayan çeşitlemeler olmalıdır. Tegmark’ın ortaya koyduğu gibi, “burada prensipte olabilmiş olabilecek her
şey, aslından başka bir yerde olmuştur,” tıpkı piyangoyu kazanmanız veya “Dünya” üzerindeki yaşamın büyük bir asteroitin çarpmasıyla beraber bir hafta önce yok olması gibi.

Tegmark bu durumu bir “1. Tür” Çoklu Evren olarak tanımlar, ki böyle her şeyin aynı Büyük Patlama’dan ortaya çıktığı sonsuz ve genişleyen bir metaevrende her şeyin başka kopyalan vardır ve her şey aynı fizik yasalanna uyar. İsmin ima ettiği gibi, Çoklu Evren’in başka türleri de vardır ve Everett tarzı kuantum fiziğinin paralel evrenleriyle (Tegmark bunlan “3. Tür” olarak sı nıflandınr) daha sonra açıklayacağım farklı olasılıklar bunlara dahildir. Ama bu Çoklu Evren teması üzerine en basit çeşitlemedir ve Tegmark 1. Tür Çoklu Evren fikrinin tam olarak gözlemsel kanıtlan yorumlayan kozmologlann varsayımlan üzerine kurulduğunu savunur. Örneğin kozmik ardalan ışıması gözlemleri gökyüzünde biraz daha sıcak ve biraz daha soğuk parçalar gösterir. Bu parçaların büyüklüğü uzayın eğriliğine bağlıdır ve gözlemler kuvvetli bir şekilde uzayın bir kürenin yüzeyi gibi eğri olmadığı fikrini destekler.

Kozmologlar tarafından kullanılan dilde, küresel model yüzde 99,9 güvenle göz ardı edilir. Bunun anlamı, standart hesaplamalara göre bizim gördüğümüz büyüklükte sıcak ve soğuk parçalar binde bir kez şans eseri küresel bir evrende gözükebilirler. Ama Tegmark bu sayılar yorumunun ancak gözlemlenebilecek 1.000 tane başka küresel evren varsa anlamlı olacağını söyler. “Yüzde 99,9 güven aralığının” tam olarak anlamı, her bin taneden 999 küresel evrenin bizim gördüğümüz değişik büyüklükte lekeler gösterme olasılığıdır ve bizim lekelerin uzayın düz olduğunu düşündürdüğü ender küresel bir evrende yaşıyor olmamız pek olası değildir. Burası sonsuz uzay ile gidebileceğimiz son nokta; peki, ama ya sonsuz zaman? Zaman kozmolojik hesaplamalara nerede girmektedir?

logo (1)

Tıp Yanıt Vermekte Yavaş Mı?

Bağırsaklardaki mikroorganizma ve bakterilerin sağlığımız için birçok açıdan hayati olduğunu gösteren sağlam kanıtlara rağmen, çoğu doktor probiyotiklere mesafeli durur ve çok azı bunları reçete eder.

Ancak insanlar bu kadar tutucu değil. Probiyotiklerin faydalı olduğunu düşünüyorlar ki, yaklaşık iki milyon İngiliz olarak probiyotik içeren hap, yoğurt ve içeceklere harcadıkları tutar tahmini olarak 135 milyon sterlini buluyor. Diğer taraftan tıp dünyasının geneli ise bağırsakları; tıkandığında açılması, fazla akışkan olduğunda durdurulması, fazla iltihaplanma ya da asitlerime olduğunda ilaç verilmesi, bunların hiçbiri işe yaramazsa da bir kısmını kesip atmayı gerektiren bir nevi boru tesisatı olarak görmeye devam etmektedir.

Bu yaklaşımın göz önünde bulundurmadığı şey; bağırsakların sıra dışı karmaşık bir yapısı olduğu, özellikle de içinde bir bakteri ekosistemini barındırmasıdır. Bağırsaklarımızda, birçoğu laboratuvar ortammda üretilemeyen binden fazla tür yaşar ve bunlar, atıklan metabolize etme ve besleyici maddeleri çekip çıkarmanın yanı sıra bağışıklık sistemiyle de yakından ilgilidir.

logo

Aşırı D Vitamininin Yan Etkileri

Bazı İngiliz kaynaklarına göre günde 50 mcg’dan (2.000 iu) fazlası vücudun çok fazla kalsiyum emmesine (hiperkalsemi olarak bilinen bir durum) ve muhtemelen karaciğer ve böbreklerin hasar görmesine sebep olabilir. Aşırı dozun diğer yan etkileri daha fazla susuzluk hissi, bulantı, kusma ve kalsiyumun kan damarlarının duvarlarında birikmesidir.

 

Ancak akademisyenlerin bile bu konuda tamamıyla görüş birliğinde olduğu söylenemez. Amerikan Tıp Enstitüsü Gıda ve Beslenme Kurulu garanti edilen günlük güvenli seviyenin 500 mcg (2.000 iu) olduğunu belirtirken, Kuzey Amerikalı pek çok uzman çok daha fazlasının da güvenli olduğuna inanmaktadır.

 

Toronto Üniversitesi Beslenme Bilimi, Laboratuvar İlaçları ve Patobiyoloji birimlerinde görev alan Reinhold Veith, 1.000 mcg’ın (40.000 iu) ancak uzun bir süre boyunca almması halinde toksik etki yaratabileceğine inanmaktadır. D vitamini savu nuculan açık tenli kişilerin, öğle vakti ciltlerinin yüzde 80’i güneş görecek şekilde 20 dk güneşlenmelerinin 250 mcg (10.000 iu) üretebileceğini, bunun da herhangi bir zarar vermeyeceğini düzenli olarak vurgulamaktadır.

 

Saygın New England Journal of Medicine dergisi 2007 tarihinde yayımlanan önemli bir incelemede76 de yüksek seviyelerin hem gerekli hem de zararsız olduğu belirtilmiş ve şu sonuç elde edilmiştir: ‘Besinlerden ve takviyelerden alman toplam D vitamini miktarı mililitre başma 30 ng (nanogram) olduğu sürece, hastanın yeterli miktarda D vitamini var demektir7. Bu da günlük yaklaşık 65 mcg (2.600 iu) anlamına gelmektedir. Tehlikeye yönelik olarak ise incelemede şu yorumda bulunulmaktadır: ‘5 aya kadar günde 250 mcg (10.000 iu) doz toksisiteye yol açmaz.

 

Ancak Ingiltere’de bu rakamlar Gıda Standartları Teşkilatı (FSA) tarafından onaylanmamıştır. Teşkilatm sözcülerinden biri ‘çoğu insanın, ihtiyaçları olan tüm D vitaminini sağlıklı ve dengeli beslenme ve güneş ışığı yoluyla alabileceğini ifade etmiştir. Takviyeler konusunda teşkilat 25 mcg’dan (1000 iu) fazlasını tavsiye etmemektedir çünkü ‘bu miktarm üzerindeki alımlar zararlı olabilir.

 

Kendinize uygun seviyeyi belirlemek

Özetlemek gerekirse, elde edilen bulgular vücudumuza yeterli miktarda D vitamini sağlamamız gerektiğini açık bir şekilde göstermektedir. Hatta D vitamininin faydaları o kadar geniş çapta kabul görmektedir ki ilaç sanayi; D vitamininin, normalde çok yüksek doz verildiğinde oluşan yan etkileri oluşturmayacak (aşırı kalsiyum birikmesi gibi), patentlenebilir bir ilaç geliştirmeye çalışmaktadır. En azmdan belirttikleri budur. Kişisel olarak ben doğal D vitamini molekülüyle devam edilmesini ve günde 50 mcg’dan fazla alınmamasını öneriyorum.

Optimal beslenme açısından önereceklerim; haftada üç defa yağlı balık yemeniz (bir porsiyon somon ya da uskumru yaklaşık 8,75 mcg (350 iu) sağlar), haftada altı adet açık alanda beslenen tavuk yumurtası (bir yumurta yaklaşık 0,5 mcg ya da 20 iu sağlar) tüketmeniz, cildinizin her gün güneş ışığı alması (10.00 ve 14.00 arasmda 20 dakika güneşlendiğinizde yaklaşık 10 mcg (400 iu) üretirsiniz) ve günlük en az 15 mcg (600 iu) takviye yapmanızdır. Bu da toplamda günde yaklaşık 30 mcg (1.200 iu) etmektedir.

Eğer bir vejetaryenseniz ve D vitamini yönünden zengin gıdalar, yumurta ya da diğer süt ürünleri yemiyor ve yeterli miktarda güneş ışığı almıyorsanız, beslenmenize 1530 mcg (6001.200 iu) D vitamini takviyesi eklemenizi öneririm. Bu seviye bazı multivitaminlerde ve aynı zamanda bazı kalsiyum ve magnezyum takviyelerinde bulunmaktadır. Kış aylarmda (Kuzey yarımkürede KasımNisan arası) 25 mcg daha (1000 iu) takviye yapmanız faydalı olabilir. İleri yaştaysanız ve daha kuzeyde yaşıyorsanız bu miktarı daha da arttırabilirsiniz.

Ancak sıcak bir ülkede yaşıyorsanız ve yeterli miktarda güneş ışığı alıyorsanız, besinsel olarak çok fazla D vitamini almamaya dikkat edin çünkü açıkladığım üzere aşırı dozun kalsiyum dengesi üzerinde negatif etkisi bulunmaktadır.

logo

Bitkiler ve Doğal Kanser Tedavileri

Farklı aşamalardaki farklı kanser çeşitleri üzerinde yararlı etkileri tespit edilmiş olan birçok bitki ve bitki özünün bağışıklık sistemini kuvvetlendirici özelliği bulunmaktadır. Bunlar: aloe vera, kedi tırnağı, ekinezya, sarımsak, mantar türleri ile taneli meyve özleri, devedikeninden elde edilen silimarin ve çam ağacı kabuğundan elde edilen piknogenol gibi doğal an tioksidan kaynaklarıdır.

Bu, ilgili her bitkiyi kapsayan bir liste değildir. Ancak, bu bitki ve bitki özlerinin hepsinin bağışıklık sistemini önemli derecede kuvvetlendirdiği veya kansere karşı dayanıklılığı arttırdığı görülmüştür. Vitamin ve minerallerin aksine ‘temel besinler’ olarak sınıflandırılmazlar ancak, bağışıklık sistemini güçlendirme hedefli, kapsamlı bir kanser karşıtı stratejide önemli bir rol oynayabilirler.

Burada bahsi geçen bitkilerin birçoğunun bu iki aşamayı tersine çevirebilmesine rağmen, yayılma aşamasma ulaşıldığında (genellikle teşhis burada olur) geleneksel tedavinin yerine kullanılmamalıdırlar. Daha önce bahsedildiği ve göreceğiniz üzere, bu bitkilerin çoğunun çeşitli kemoterapilerin yan etkilerini azalttığı veya etkililiğini arttırdığı görülmüştür.

Çoğu bitki, tentür veya tablet olarak mevcuttur. Geleneksel Çin tedavisinde, çoğu bitki doğal şekliyle (kök veya kabuk olarak) ve çay veya çorba yapımında kullanılır. Bitkileri alırken bilinen bir yerden olmasına özen gösterin.  Hastalığınız aktif durumda ise, doktorunuza veya sağlık uzmanınıza danışın.

logo

Bakterilerin favori besinleri

Bakterilerin favori besinleri; sebzelerde bulunan flavo noidler ve lignanlar ile keten tohumu gibi tohumlar ve fasulye türleridir. Bifidobacteria da FOS gibidir. Prebiyotik açısından zengin olan gıdalar güneğik, Kudüs enginarı, pırasa, kuşkonmaz, sarımsak, soğan, buğday, yulaf ve soya fasulyesidir. Prebiyotik desteği, yeterli meyve ve sebze tüketmeyenler için faydalı olabilir. Ancak çok fazla almamaya dikkat etmeniz gerekir.

5 ile 8 gram arasında FOS yeterlidir. Daha fazlası ise şişkinlik, mide gazı ve sindirim rahatsızlığına neden olabilir.
Yararlı bakterileriniz tehdit altında ise, prebiyotikleri probi yotikler ile birleştirmek faydalı olabilir. En iyi probiyotik takviyeleri, kapsül şeklindeki FOSlardır. Bu şekilde faydalı bakteri miktarını ek besin desteği ile artırmış olursunuz. Bunu kullanmak için en uygun durum antibiyotiği bitirdiğiniz zamandır çünkü Lactobacilli ve Bifidobacteria birçok antibiyotiğe karşı du yarlıdır ve tedavi nedeniyle sayıları çok azalır.121 Antibiyotik kullanımı, meme kanseri riskinin yükselmesi ile ilişkilendiril mektedir.

Doğrudan bir nedensonuç ilişkisinin olup olmadığını öğrenmek için daha fazla araştırmaya gerek duyulmasma rağmen (araştırmaya katılan kadınların risk taşıyan bağışıklık sistemleri olabilir veya başka faktörler etkili olmuş olabilir), yazarlar, çalışmadaki kadınların daha fazla antibiyotik kullandıkça, meme kanseri risklerinin daha fazla olduğunu bulmuşlardır. Çok fazla stres altodaysanız (iş yerindeki baskı, akşamdan kalma hali veya ameliyat olma) probiyotik kullanmanız iyi olacaktır çünkü stres, bağırsaklarınızdaki dengeyi E.coli ve Streptokoksi gibi patojenlerin lehine değiştirebilir ve daha yavaş oluşan Lactobacilli ve Bifidobacterium’un etkisini azaltabilir.

logo

Probiyotik Takviyesi

Prebiyotik ve probiyotikler, hastaysanız (soğuk algınlığı veya grip gibi) ya da uzun sürecek bir yolculuğun öncesinde veya sonrasmda işe yarayabilir. Ayrıca yaşınız ileri ise (çünkü faydalı bakterilerin sayısı yaşımız ilerledikçe azalır) almanızda fayda olabilir. Alerjisi ya da egzaması olan bir çocuğa da verebilirsiniz. Her iki durumda da prebiyotik ve probiyotik kullanımının faydalı olduğu görülmüştür.

Doğru olanı almak

Gerçekten işe yarayan probiyotikleri kullandığınızdan nasıl emin olacaksınız? Geçmişte, düzgün etiketlenmemiş takviye besinler hakkmda korkular vardı. Örneğin bir çalışmada, sekiz markanın ne kadar ve hangi tür bakteri içerdiği ile ilgili yanlış bilgi verdiği tespit edilmiştir.

Bu bakteri türleri ile Lactobacillus bulgaricus ve Streptokokust hermophilus gibi yoğurt yapmak için kullanılıp da bağırsağa pek faydalı olmayanlar arasmda ayrım yapılabilir. Şu anda yoğurt, probiyotik almanın en yaygm yoludur ancak süt ürünlerinden kaçmıyorsanız kapsül ve toz halinde alımı da tercih edilebilir. Sadece yoğurt yiyerek fazla oranda yararlı bakteri alamayacağınız için, her gün yoğurt tüketmek ve takviye almak en iyisidir.

Ne kadar tüketmeliyim?

Probiyotikler, koloni oluşturan biriminin kısaltması olan ‘kob’ ile ölçülürler. Bununla bir probiyotikteki canlı mikropların sayımı yapılır. Ürününe göre günlük 50 milyondan 1 trilyon kob’a kadar değişen yararlar sağlanabilmektedir. Ne kadar tüketeceğiniz, nasıl bir sonuç elde etmek istediğinize bağlıdır.

Michigan Üniversitesi Tıp Merkezi Dâhiliye, Mikrobiyoloji ve Bağışıklık Bilimi’nden Profesör Gary Huffnagle, aynı zamanda Probiotics Revolution ının yazarı ve bir probiyotik uzmanıdır. Kendisi aşağıdaki miktarları tavsiye etmektedir:

• Faydalı besinleri doğru miktarda tüketmiyorsanız, idame dozu olarak 3 ila 5 milyar
• Sağlığınızı düzeltmek veya bir problemi önlemek için 6 ila 10 milyar
• Hafif orta derecede bir sağlık sorunu için 20 ila 30 milyar
• Ciddi bir hastalığın tedavisi için 450 milyar
Takviyelerin içerdiği bakteri miktarı değişebilir, bu nedenle etiketlerini dikkatle kontrol etmenizde fayda vardır.

logo

Kadınlar Ne Yemeli?

Kötü bir haberim var, yazık ki tek bir “doğru beslenme”den bahsedemeyiz. İnsan bedeni bir makine değildir. Dolayısıyla düzgün çalışabilmesi için, doğru yakıtı içine koymak da yeterli değildir. Ancak, sağduyulu yaklaşım, özellikle şeker oranı yüksek olan rafine ve işlenmiş gıdalardan uzak durulmasını mecbur tutuyor. Şekerin, bağışıklık sistemini anında baskılayan bir etkisi var ve bu nedenle şeker tüketimi sizi, hastalıklara karşı savunmasız bırakır. İçinde yüksek oranda katkı maddesi olan baharatlı ve yağlı yiyecekler, özellikle nitratlar (işlenmiş etlerde kullanılanlar gibi), monosodyum glutamat (MSG) gibi tatlandırıcılardan uzak durmalısınız, eğer bunlardan tamamen vazgeçemiyorsanız, beslenmenizin çok küçük bir kısmını oluşturmalarına dikkat etmelisiniz. Artık kırmızı etin de sınırlı miktarda yenmesi gerektiğini biliyoruz. Kırmızı et yerine derin su balıkları ve beyaz et tüketilmelidir. Kahve, çay, kakao ve çay gibi kafein içeren tüm uyarıcılar da ölçülü tüketilmelidir.

Genellikle gebe kadınlara, günlük beslenmelerine 300500 kalori eklemeleri önerilir. Ancak unutmayalım ki kadınlar kalori yemezler, yemek yerler. Bu nedenle, gebelik süresince iyi beslenmeniz için en iyi rehberiniz, kalori hesabı değil, açlığımızdır.

Ancak burada da elbette belirli ilkeler de mevcut. Bir gün boyunca aşağıda sıralan şu gıdaları almayı hedeflemelisiniz:

• 2 yumurta
• 4 bardak süt yoğurt veya diğer süt ürünleri de olabilir
• 2 porsiyon yeşil sebze
• 5 porsiyon tam tahıllı gıdalar cornflakes veya benzeri fazla işlenmiş tahıllar olmamasına özen gösterin
• 3 küçük parça tereyağı ya da 3 tatlı kaşığı bitkisel yağ
• 1 narenciye meyvesi veya benzeri C vitamini oranı yüksek gıda
• fazladan 2 porsiyon yüksek protein içeren gıda, özellikle de balık veya kümes hayvanlarının eti, veya peynir ve fındık
• bol miktarda su, bitki çayı gibi kafein içermeyen içecekler. Meyve suları da iyidir ancak, şeker oranı yüksek olduğundan sınırlı tüketin veya sulandırarak için.

Bunlara ek olarak haftada beş kez:

• sarı veya turuncu meyve veya sebze, örneğin, portakal, kayısı, balkabağı, kantalup kavunu, tatlı patates, papaya, havuç, mango…

• demir oranı yüksek bir gıda; akla ilk gelen böbrek veya ciğer gibi sakatatlardır ancak, ticari amaçla beslenmiş hayvanların yedikleri besinlerdeki toksinler nedeni ile sadece organik olarak yetiştirilmiş hayvanların sakatatlarını yemelisiniz. Kitabın sonunda verilmiş olan Önemli Mineraller başlığının altında yer alan başka seçenekleri de deneyebilirsiniz.

İhtiyacınız olan bütün besinleri almanızın en garantili yolu çeşitliliktir. Unutmayın, bir yiyecek doğal haline ne kadar yakınsa, ondan alacağınız besin miktarı da o derece fazla olacaktır. Yani, en iyisi besinleri çiğ yemektir, donmuş gıda kabul edilebilir, konserve gıda ise tamamen yararsızdır. Gıdaları çiğ olarak tüketmeniz en idealidir, ancak, sebzelerinizi pişmiş seviyorsanız, besin değerlerini korumak için buharda veya tencerede çok hafif pişirmenizi öneririm.

Eğer, sebze ve meyveleri kendi mevsimlerinde yerseniz, yani mevsime göre beslenirseniz birçok yerden, organik olarak yetiştirilmiş, çok taze ürünler temin edebilirsiniz. Bu tür ürünlerde zirai ilaç kullanılmadığı gibi, taptaze toplanarak, sofranıza ulaşmaları da göreceli olarak daha kısa sürer. Oysa süper marketlerdeki pek çok gıda raflara dizilmeden önce aylarca depolarda bekletilir.

logo (1)

Bebeğinizin Geçiş Süreci

Bebeklerimiz her zaman dünyaya yumuşak bir şekilde gelmezler. Dünyaya gelir gelmez, ölçülür, tartılır, değerlendirilir ve raporlandırılırlar. 1970’lerde, Frederick LeBoyer, bebeklere giderek daha mekanik bir şekilde davranılmasına bir tepki olarak nazik ve hafif doğum teorilerini geliştirmiştir. Bugün, onun bebeği anneden ayırarak ılık su dolu bir küvete konulmasını öneren teorileri oldukça katı gelebilir. Çünkü bebeklerin, anne rahmi dışındaki hayata uyum sağlama süreçlerinde, annelerinin bedenlerinin sıcaklığına ve güvenine ihtiyaçları vardır, başka bir suni müdahaleye değil. Yine de, LeBoyer’in yöntemleri, yenidoğanların bakımında nelerin gerekli olduğu ve olmadığı ile ilgili birçok düşünceyi gündeme getirmiştir.

Yeni bir anne, hepsinin bebeğinin iyiliği için olduğunu düşünerek, kolayca, bebeğinin sağlığı ile ilgili bitip tükenmek bilmeyen rutinlerin kısır döngüsüne düşebilir. Gebeliği boyunca kendisine yapılmış olan kontroller gibi, bu kontroller de çok yıpratıcı olabilir, çünkü hastalık ya da felaketin her köşe başında beklemekte olduğu duygusu uyandırır. Bir kez daha bunun doğru olmadığını belirtmek gerekiyor. Bebeklerin büyük çoğunluğu, güçlü ve sağlıklı doğarlar ve mümkün olduğunca az müdahale olması durumunda, öyle de kalırlar.

Doğduğu andan itibaren, bebeğiniz bir takım testlere maruz kalır. Ağırlığı, boyu ve kafa çevresi kaydedilir. Genital organları incelenir, eğer bebeğiniz erkekse, uzmanlar testislerinin inip inmediğine bakarlar, formunu alıp almadığını anlamak için anüs de incelenir. Damağın tamamen oluşup oluşmadığını gözlemlemek için ağzın üst kısmına bakılır. Bebeğinizin bacakları ve çenesi, herhangi bir çıkık olup olmadığına bakmak için hareket ettirilir. Karaciğer ve dalağının doğru boyda olup olmadığını anlamak için, karnı el ile muayene edilir.

Bütün bu kontrollerin yapılması için, bebeğinizin sizin yanınızdan alınmasını gerektirecek hiçbir neden yoktur.

Bebeğinizin nasıl dünyaya geldiği, onun sağlığını da etkiler. Çocuk doktorları, özellikle doğum yapmış kadınlara verilen bir ağrıkesici olan pethidinin bebekleri istikrarsız yaptığı ve daha az tepki vermelerine yol açtığı konusunda uyarılarda bulunmaktalar. Epidural anestezide kullanılan ilaçlar da aynı etkiyi yaratırlar.

Müdahale edilen bir doğumun ardından, bebeğiniz, daha yorgun olabilir ve daha az tepki verebilir. Verilen ilaçların, bebeğinizin hassas sistemini terk etmeleri, günler alabilir. Sezaryen bebekleri, doğumdan sonra daha büyük bir şok yaşarlar, çünkü sıkışarak doğum kanalından geçmemiş ve o doğmaya hazırlık sürecini yaşamamışlardır. Birçok osteopatın, sezaryen bebeklerinin kafataslarına, doğumdan hemen sonra düzeltme amaçlı hafif bir masaj yapılmasını önermeleri, bu yüzdendir.

Bu dönemde, sizin sağlığınızla, bebeğinizin sağlığı arasında farklılıklar yaratmaya çalışmak yanlıştır. Doğumun, sizin sandığınız gibi, bebeğinizle yaşayacağınız tek ayrılık olmadığını fark etmek, sizi şoke edecektir. Aslında doğum, uzun bir ayrılma sürecinin başlangıcıdır. Ancak, ilk zamanlar, bebeğinizin gereksinim duyduğu gıda, sıcaklık ve güveni diğer her şey gibi siz sağlıyor olacaksınız.

Sizin fiziksel ve duygusal sağlığınız, tıpkı bebeğinizin içinizde olduğu zamanda olduğu gibi, bebeğinizi etkilemeye devam edecektir ve bebeğin fiziksel ve duygusal sağlığı, büyük oranda size bağlıdır. Eğer bebek uyumuyorsa, anne de uyuyamıyordur. Eğer anne bunalmış durumdaysa, bebeğin de gereksinimleri artar.

Eğer emzirme çok iyi gitmiyorsa, anne de boş ve kaygılı hisseder ve eğer bebeğin gaz sancısı varsa, bunun sıkıntısını anne de yaşar.

Bebeğinizin geçiş sürecini kolaylaştırmanın en iyi yolu, kendinize iyi davranmanızdan geçer. Ailenizi ve arkadaşlarınızı etrafınıza toplayın ve onlar sizi korur ve size bakarken siz de, eşinizle birlikte yaptığınız bu harika yaratığı koruyup besleyin ve onu tanımaya çalışın.

ask