Her Telden

MUTLU MUSUNUZ?

logo (1)

Genel olarak iyimser olmak daha yaratıcı ve daha açık zihinli olmamızı sağlar. İyimser olduğumuzda hem kendimize, hem diğer insanlara hem de yaşama sunacak daha fazla şeyimiz olur.
“Bir kapı kapandığında bir diğeri açılır: fakat genellikle kapanan kapıya o kadar uzun bir süre bakarız ki, bizim için açılan diğer kapının farkına varmayız.”

Helen Keller, kör ve sağır Amerikalı konuşmacı, yazar ve akademisyen Amerikalı olumlu psikoloji uzmanı psikolog Profesör Martin Selig man’a göre, “Eğer şu anda yaşayıp gelecek için plan yapar ve geçmişe takılıp kalmazsak, mutlu olmak için daha iyi donanabiliriz.” Saatlerinizi geçmişte yaptığınız hataları düşünerek mi harcıyorsunuz ya da gelecekteki bir mutluluğun hayalini kurarak şu andan mı kaçıyorsunuz? Herhangi bir zaman dilimine gerektiğinden fazla odaklanmaya başlarsak sorunlar çıkmaya başlar. Olumsuz insanlar, geçmişteki bazı olaylara karşı üzüntü ya da kızgınlık duyarlar; geçmişi konusunda olumlu olan insanlar ise eski olaylara karşı sıcak ve melankolik bir duygu beslerken diğer zaman dilimlerinde kendilerini daha az mutlu hissederler.

Bu anda yaşayan zevk ya da keyif düşkünleri, yalnızca o an kendilerini memnun eden olaylar üzerinde odaklanırken, bu anda yaşayan kaderciler, olan olaylar tarafından oradan oraya sürüklenir ve kendilerini güçsüz hissederler. Geleceğe takılıp kalanlarınsa yalnızca bir karakter özelliği vardır: kendileri ve çevreleri için büyük gerilimler yaratan, tutkulu ve hedef odaklı insanlar.

Belli bir denge yaratabilmek için psikolog Philip Zimbardo, kesinlikle “esnek bir zaman perspektifi” geliştirmemiz gerektiğini belirtmektedir; bu sayede herhangi bir boyutta bizim için en faydalı ve gerçek niteliklerimizi açığa çıkaran şey her ne ise onu taktir etmeyi öğrenebiliriz. Zimbardo şöyle demek tedir: “Genellikle, amaçların büyük bir kısmı gelecek ile ilgilidir. Bu amaçlar içinde bulunulan ânı kaçırma eğilimindedirler. Bunun bir sonucu olarak da çoğumuz ‘bu anda’ yaşamayı başaramayız. Kendinize, bugün ile ilgili önemli şeyin ne olduğunu sorun. Eğer bügün hayatınızın en güzel gününü yaşayabilseydiniz, şu ankinden farklı olarak ne yapardınız?”

Mutlu insanların ortak özelliği

logo (1)

“Açık Üniversite sınavlarımın sonuçlarını aldım ve iyi olduklarını gördüm. Kendimi gerçekten mutlu ve rahatlamış hissettim. Aslına bakarsanız neredeyse zevkten dört köşe olmuştum.”

Mutlu insanların ortak özelliği iyimser olmalarıdır; bu, yaşamın iyiye gideceğine ve gelecekte hoş olaylar yaşanacağına dair bir inançtır. İyimser insanlar, sorunlarının geçici, kontrol edilebilir ve yalnızca belli bir durum için geçerli olduğunu düşünme eğilimindedirler. Kötümser insanlar ise, sorunların asla çözülmeyeceğine, bu sorunların kişisel ve tümüyle kendi hatalarının bir sonucu olduğuna inanırlar. Bu nedenle de küçücük sorunlar bııe haftalarca ya da aylarca canlarını sıkmayı sürdürür.

Kötümser olmak ile ilgili en büyük sorunlardan bir tanesi, başarısızlığın sonuçlarından (eleştiri, utanç ve suçluluk) korkarsak, bu korkunun bizi felç eden bir şeye dönüşmesidir. Meslek hayatımız ve tüm yaşamımız, bizi yiyip bitiren bu endişe nedeniyle tüm pırıltısını yitirir.

İyimserler, aynı zamanda daha sağlıklıdırlar. Genel olarak, genel sağlık sorunlarını daha az yaşarlar ve kanser gibi hastalıklardan daha çabuk kurtulur ya da ameliyatlardan sonra iyileşmeleri daha çabuk olur. Minnesota’daki Mayo Klinik’te çalışan bilimciler, 40 yıl önce tıbbi destek almış olan 839 hasta seçtiler. 2000 yılına kadar olan dönemde, bu hastalardan 200 tanesi öldü ve yapılan araştırmalara göre iyimser olan hastaların yaşam süreleri kötümser olan hastalara göre %19 daha uzundu.

Elbette zaman zaman vergi hesaplaması ya da bir sınav gibi bazı işlerin daha az coşkun bir ruh hali içinde yapılması gerekir.

Neden Mutlu Olamıyoruz?

logo (1)

Bilimciler, PET (pozitron emisyon tomografisi) gibi teknikler kullanarak beyni tarayıp, beynin farklı bölümlerinde duygular ve ruh halleri ile ilişkili elektrik ve kimyasal örüntüleri saptayabilmektedirler.

Beynin mutluluk ve mutsuzluk ile ilişkili olarak yarattığı elektriksel ve kimyasal örüntüleri birbirinden tümüyle farklıdır. Mutluluk genellikle, beynin sol ön lobundaki (sol gözün hemen arkasında) elektrik faaliyetlerinin artması ile anlaşılmaktadır. Beynin bu bölümünde daha fazla faaliyet olan insanların duygularını daha kolay denetleyebildikleri ve üzücü bir durumla daha kolay başa çıkabildikleri görülmüştür.

Zevk terimi genellikle, belli bir noktaya odaklanmış doğal olarak yo ğunlaşmış iyi hali tanımlamak için kullanılmaktadır. Kimyasal bir ha berleşme iletkeni olan depomin maddesi, yemeğe, sekse, uyuşturucuya ve diğer zevk verici uyarıcı lara bir yanıt olarak beyin tarafından salgılan maktadır (depomin bazen, beynin zevk kim yasalı olarak da adlandırılmaktadır). Zevk, hayvani duyguların hızlı ama geçici bir şekilde tatmin edilmesidir; bu nedenle zevkli deneyim yalnızca geçici bir mutluluk ha line neden olmaktadır. Zevk arayışı içinde olanların, her se ferinde dozu artırmaları ya da yeni bir zevk kaynağına yönelmeleri gerekmektedir. Öte yanda mutluluk, uzun dönemli bir içsel duyguya, yaşamın iyi gittiğine dair bir anlayışa karşılık gelir.

Korumaya çalıştığınız duygu, uçucu zevk duygusu değil, kalıcı olan bu duygudur. Psikolog ve BBC mutluluk uzmanı Richard Stevens şunları söylemektedir: “Duygularınızı istediğiniz anda değiştirmek kolay değildir. Ancak ne düşünece ğinize karar verebilirsiniz. Eğer düşüncelerinizi olumlu bir çizgide tut tarsanız, bunu iyi duyguların izleyeceğine emin olabilirsiniz. İşte bu nedenle de düzenli olarak “iyi şeyleri saymak” mutluluk için bu kadar güçlü bir araçtır.” Bir gece kulübüne gittiğinizde zevk seviyeniz yukarı yükselir; mutluluk ise iyi bir kitap okumak ve yeni yir yetenek kazanmakla bulunur. Zevk ile ilgili yanlış olan bir şey yoktur ama sıkça yapılan bir hata, zevk ile mutluluğu birbirine karıştırmaktır.

MUTLULUK NEDİR?

logo (1)

MUTLULUK NEDİR?

ABD’de, günümüzdeki klinik depresyon vakaları, iki kuşak öncesine göre 3 10 kez artmış durumdadır.

Göçmenlerin, doğdukları ülkenin değil taşındıkları ülkenin mutluluk standartlarını benimseme eğiliminde oldukları gözlenmiştir.

İskandinav ülkeleri gibi, daha fazla gelir eşitliği olan ülkelerde, ABD gibi gelir eşitliği olmayan ülkelere göre mutluluk seviyesinin daha yüksek olduğu görülmüştür. İnsanlar gelirlerindeki artıştan çok, yerel bağım sızlığı ve daha doğrudan demokrasiyi tercih etmektedirler.

Daha zengin işçiler daha fakir olan iş arkadaşlarından daha mutlu olma eğilimindedirler ancak araştırmalar, mutlu insanların daha fazla zenginleşme eğiliminde olduklarını göstermektedir; bu durumda bir tür tavuk ve yumurta denklemi ile karşı karşıya kalmaktayız.

İnme ve kalp krizi gibi sorunlar yaşayan insanlar kısa bir dönem için büyük acılar çekmelerine karşın, bir süre sonra mutluluk seviyeleri sıradan bir insanın çok az altında kalmaktadır.

İnsanlar evlendiklerinde mutluluk seviyeleri en üst noktaya ulaşmakta, ancak bir süre sonra mutluluk seviyeleri evlenmeden önceki durumuna dönmektedir.

Düzenli bir ilişki içinde olan insanlar tek yaşayan insanlardan daha mutludurlar.

Kadınların, yaşamdan en az tatmin oldukları yaş 37 iken, erkeklerin 42’dir.

Günde 100 200 kez atılan kahkahanın beden üzerinde yoğun yapılan bir egzersize benzer etkileri vardır ve 500 kalori yakılmasını sağlar.

Madalya ya da ödül, mutluluğu garantilemez. Olimpiyat atletleri üzerinde yapılan bir araştırma, gümüş madalya kazanan atletlerin altın madalya kazananlara göre daha mutlu olduğunu ortaya koymaktadır. Avustralya Olimpiyat ekibinin baş psikoloğu Graham VVinters’a göre, beklemediğiniz bir anda üçüncü olmak kendinizi zorlayarak birinci olmaktan daha iyidir.

Önemli bir öncü sosyal psikolog olan ve mutluluk üzerine pek çok araştırma yürüten Profesör Michael Arg yîe, insanları en fazla mutlu eden şeyler arasında sporun, müziğin ve en fazla da dans etmenin bulunduğunu kanıtlamıştır. Bir ülkenin her yerine açılan spor te sisleri, o ülkenin mutluluk seviyesini büyük oranda artırabilir. Egzersizi, müziği, sosyal ilişkileri, dokunmayı ve kuralları bir araya getiren grup dansları da aynı zamanda mutluluk seviyesini belirgin bir şekilde artırmaktadır.

Pek çok araştırma evcil bir hayvana sahip olmanın, yüksek tansiyonu ve stresi azalttığını, sağlığı ve mutluluğu artırdığını göstermektedir.

Harvard’da çocuk yetiştirme üzerine yapılmış olan 40 yıllık bir araştırma yeniden incelendiğinde, kucaklanan ve sevilen çocukların, en mutlu büyüyen çocuklar oldukları anlaşılmaktadır.

iyi bir ruh halinin kendine özgü bir kokusu bile bulunmaktadır. Bilimciler, bir insanın iyi bir ruh halinde olup olmadığının yalnızca kokusundan bile belirlenebileceğini söylemektedirler. Bir araştırmada, bir grup kadın ve erkeğe eğlenceli filmler ile korku filmi izleti lirken özel tamponlarla koltuk altlarındaki kokudan örnekler alınmıştır. Bir hafta sonra araştırmacılar, tümüyle yabancı olan insanlardan, bu kokuları koklayarak, hangilerinin iyi bir ruh halindeki insanlara hangilerinin ise korku dolu insanlara ait olduğunu tahmin etmelerini istemişlerdir. İnsanlar, hangi kokunun kime ait olduğunu şaşırtıcı bir kesinlikle saptamışlardır.

Glocken pastanesi

indir

Glocken pastanesinde bir süre için kültürel bir rahatlık hissettim. Kendimi kaybedip arka arkaya dört elma tatlısını birden yemişim. Benim gibi bir turist bomba atılan yerlerden birini gösterdi. Keşmir’deki bir ayrılıkçı grup, sadece uyarı amacıyla, gece yarısı kimse yokken, bir sokağın köşesindeki tuvaleti bombalamıştı. Kaldığım deniz evinin sahibi, Keşmir’de hiçbir sorun olmadığını söylüyordu. Ona tuvaletin orada patlayan bombadan bahsettim, o zaman “Arada sırada oluyor… ufak bombalar” dedi.

Kentin eski kesiminde bir başka sahne vardı: Sten tabancalar ve coplarla donatılmış askerler kalkanlarıyla her an saldırıya hazır vaziyette bekliyordu. Kum torbalarıyla barikatlar yapılmış bir polis karakolunun önünden geçtim. Önünde duran itfaiye arabası çelik kafeslerle çevriliydi.

Srinagar patlamaya hazır bir bomba gibiydi. Oradan bir an önce ayrılıp Dharamsala’ya doğru yola çıktım. Haziran başlarıydı. Kuzeybatı Hindistan’ın dağ eteklerinde, çam ormanları içinden geçtim. Üç kilometre uzunluğundaki Jawahar Tüneli’nde bir kamyonun arkasında yolculuk yaptım, sonra tekrar bisikletle Patnitop ve Batote yayla evlerinin önünden bir düzlüğe indim. Geceyi geçirmek üzere Kamu Hizmetleri Binası’nda kendi kendimi misafir ettim. Daha çok VIP gezginlerin ve mühendislerin kaldığı bir yerdi. Hava, fırtına serinliğiyle kavurucu sıcak arasında gidip geliyordu. Güneş çıktığında yoldaki ziftler eriyor ve kızgın güneşin altında şemsiyelerle çalışan işçiler bozulan yerlere baştan zift döküyorlardı. Cehennem azabı!

Yollarda daha çok mango yiyerek besleniyordum. En azından cbili gibi acı değildi. Bir keresinde “çok az chili” diye yol kenarındaki bir lokantada yediğim yemekten sonra ağzımdan burnumdan dumanlar çıkmıştı. Gölge bir yer bulup kopardığım bir mangoyu soyarken, bir ara başımı kaldırdım ve mahzun bakışlı bir Brahma boğasıyla göz göze geldim. Hemen soyduğum mango kabuklarını önüne attım ve hayvan bir anda hepsini silip süpürdü.
Yolculuklarda insan sürekli bir şeylerin eksikliğini hisseder. Özlediğiniz bir peynir türü ya da çikolata gibi.

Ama bu uçsuz bucaksız Hint topraklarında susuzluk dayanılmazdır. Öyle şişe suyuyla filan tatmin olamazsınız. Dağlardan gelen berrak ve soğuk maden suyu ve bir dilim limon için her şeyi verirsiniz. Ancak bu çöldeki şansınız kötü bir gazoz ile mango suyudur. Cola’lara kansorejen maddeler katıldığını duymuştum. Bazı asitli içeceklerin şırıngayla doğum kontrolü için kullanıldığını da duymuştum. Ben mango suyuma tonik katarak mutluydum. Yol üzerinde rastladığım bir yerden on kutu birden alıyordum ve hepsini birden açıp tonikle karıştırıyordum. Herkes başıma toplanıyordu. Hemen o anda iki kutuyu devirip, geri kalan sekiz kutunun dördünü bir su şişesine, diğer dördünü de başka bir su şişesine bölüştürüyordum.

Dharamsala’da uzun bir moladan sonra Pencap’a doğru giderken yollar kalabalıklaşmıştı. Trafik berbat bir hal aldı. Kamyonlar üzerime üzerime geliyor ve kendimi yol kenarına atıyordum. Bazen de canımı kurtarmak için yolun dışına! Zaten etrafta devrilmiş kamyonlar, ezilmiş arabalar halen hayatta kalmayı başaranlara ders verircesine sıralanmıştı. Ladakh’da gördüğüm trafik uyarılarını artık daha iyi anlıyordum. Hintli sürücüler gerçekten çılgındı, öte yandan, bu yolda da tuhaf tuhaf reklamlar dikkatimi çekti. Başında türbanı ve boynunda stretoskopuyla sakallı bir doktor resminin altında her türlü tıp hizmetlerinin sıralandığı İngilizce ilanda şunlar yazıyordu: “Seks, İdrar, Cilt, Taş, Kum…”

Anayolda korna çalmaya bayılan kamyon şoförleri ve boğucu sıcak iyice bunaltmıştı. Etrafta güzel bir doğa manzarası da yoktu. Ne var ki, Pencaplıların çok dostça davrandıklarını kabul etmeliyim. Son beş yıldır dünyaya kapanmış bir bölge olduğu için kimse kimseyi rahatsız etmiyordu. Yol da son derece düzgündü. Tek sorun askerlerin her geçen aracı didik didik aramasıydı. Sanırım, silah arıyorlardı.

Artık içtiğim sıvının haddi hesabı yoktu. Mangolarım ve kötü colalarım dahil, her şeyi daha öğlen saatlerinde tüketmiştim. Yol kenarında durduğum her yerde aynı gösteriyi yapıyordum ve insanlar etrafıma toplanıp bisikletimin orasını burasını elliyorlardı. Karanlık bastırırken 150 km. kat edip Batala ya vardım. Korkunç bir trafik vardı, korna ve insan seslerine bir de sonuna kadar açılmış parazitli radyo sesleri eklenmişti. Geceyi geçirecek bir yer bulana kadar üç kez kasabayı turlayarak epeyce yerini gezmiş oldum.

Zahmetli Yoldan Gitmeyi Öğrenmek

logo (1)

Hayatım, sanki sonu gelmez bir biçimde birbirini kesen yollardan oluşmuş gibi gelişti, öyle ki bugün bulunduğum yere, daha en başta adımımı attığım yol getirdi beni. Küçüklüğümden beri biliyordum hukukçu olmak istediğimi. Evlenmek ve çocuk sahibi olmak istediğimi de biliyordum. Hukuk fakültesini bitirip de avukat olana kadar çoktan evlenmiştim.

İlk işim, Paris’teki L’oreal kozmetik firmasına bağlı Cosmair Inc.’nin hukuk danışmanlığıydı. Firma, ürünlerini perakende piyasasına sürmeye yeni başlamıştı daha. Benim gibi hukuk fakültesini yeni bitirmiş genç bir adamla birlikte ürün sorumluluğuyla ilgili davalara bakmak üzere işe alınmıştım sözüm ona. İşteki ilk günümde bana telefonla arayacağım eczanelerin listesini getirdiler. Rujdan saç boyasına kadar buralara gönderilecek siparişler konusunda vekâlet görevini yerine getirmemi istiyorlardı. Şaka yaptıklarını sandım. Hatta ben bir şakayla karşılık verdim onlara: “Yo, ben o tür bir vekil değilim!” dedim. Oysa ciddiydiler. Erkek meslektaşıma ise telefonla sipariş listesi verilmemişti.

Söylemeye gerek yok, yeni işimden kısa zamanda nefret ettim.
İnsan işinden nefret ederse ne yapar? Çocuk doğurur tabii, sonra on sekiz ay geçince bir tane daha doğurur. Anlaşıldı ki ilk kocam Ron’un aile içi sorumluluklar konusunda gayet ilkel görüşleri vardı. Çocukların dünyaya getirilmesinde onun da bir payı olduğunu hatırlattığımda, kendi katkısını kabul etmekle birlikte, “Benim sözleşmemde karınlarını doyurmak, bezlerini değiştirmek yoktu.” dedi. “Memeden kesilsinler, tuvalet eğitimleri tamamlansın, ne bileyim konuşmaya falan başlasınlar… o zaman belki.”

İşte böyle demişti. Onunla tartışmadım. Şaşkınlıktan dilimi yutmuştum. Üstelik bezgin bir durumdaydım artık. Bakmam gereken iki bebek vardı ve annemlerden de yardım görmüyordum. Harika. Evde oturup çocukların bakımını üstlendim. Hafta sonları Ron’un arkadaşları gelir, hentbol oynamaya götürürlerdi onu. Bütün bunlardan nefret ediyordum. Bütün hafta çocuklarla bir başınaydım, hafta sonu gelince de Ron, o heriflerle birlikte oyun oynamaya gidiyordu. Durumum hiç umurunda değildi.

Hindistan Balıkçıları

logo (1)

Balıkçılar, Ganj nehrinin Batı Bengal tarafındaki Lalgola adlı bir kasabadan geliyordu. Otuz yaşlarındaki Gopel verem gibi öksürüyordu, diğerleri yirmili yaşlarda var veya yoktu. Hepsinin elleri nasır tutmuştu. Teknede vinç ya da motorlu bir alet yoktu; 50 metre uzunluktaki ağları kendileri çekiyorlardı.

“Bu tekne, yani bizim yuvamız, 1953 yılında yapıldı” diye gururla anlattı Gopel. “Hâlâ çok iyi durumda. Yapılışında babamın çok emeği geçti. İyi bir balıkçıydı; yıllarca Ganj’da birlikte balığa çıktık. Ben bu teknede büyüdüm.”

Tik ağacından yapılmış olan teknenin direği kabuğu soyulmuş bir ağaç gövdesinden ibaretti. Bir yelken direği vardı ama yelkeni yoktu; zaten bu direk de gerektiğinde başka işler için kullanılıyordu. On güvertenin üzeri teneke, bambu ve sazlarla örtülmüştü. Kıç  taraftan balık avlıyorlardı.

Teknenin adı Lucky (Şanslı) idi ama Go pel bu adı değiştirmeyi düşünmüş hep. “Yıllar önce babamla bir gün balığa çıkmıştık. İkimiz. Ben bir ara uyuyakalmışım. Uyandığımda bir de baktım babam yok… annem çok ağladı. Bütün balıkçıların kaderi bu, diyordu. Nehir onu çağırdı ve aldı.”
Gopel on yedi yaşında teknenin yönetimini ele almıştı. İlk birkaç yıl fazla balık avlayamamıştı. O yıllar, Ganj’da balığın bol olduğu yıllardı.
“Her geçen yıl daha az balık tutuyorduk. Artık Ganj’da ağlar boş çekiliyor.”

Gopel, Brahmaputra’da ikinci kez balığa çıkıyormuş, eğer istediği gibi gitmezse bir daha çıkmayacakmış. Assam sınırına giren bu sularda yabancı sayılıyor ve yakaladığı balık üzerinden yüzde 40 vergi ödüyormuş. Yasa her ne kadar bu oranda bir vergi belirlemişse de, ödemeler görev başındaki memura göre değişiyormuş tabii.
“Şiva bize daha iyi davransaydı, on balıktan dört tanesini vergi olarak veriyor olurduk. Memurlar on balıktan altı istiyor. Bizi koruyan hiçbir güç yok. Zaten Assamlı olmadığımız için kimse bizim şikâyetlerimize kulak asmıyor.”

Balıkçılardan biri, iki hafta kadar önce başlarından geçen bir olayı anlattı. Tuttukları balıkları Sibsagara pazarına götürmüşler ve vergi memuru balıkların çoğunu ellerinden almış.
“Polise gittik” diye Sunal devam etti. “Beğenmiyorsanız buradan gidersiniz, dediler. Vergi memuru da Assamlı, polis de Assam lı. Biz ise Bengalli’yiz. Burada bize iş yok.”

Nehirdeki korsanlardan bahsetmeye kalkıştığımda hemen beni susturdular. Dacoit’ler onlara hiç dokunmamıştı ama balıkçıların batıl inançları vardı. Korsanlardan bahsetmek uğursuzluk getirir, diyorlardı. Gopel pazaryerinde casuslar olduğunu ve en büyük ganimeti toplayan tekneleri izlediklerini anlattı. Gopel’in getirdiği “rüya torbası”ndan atıştırdıklarımızla artık midem ezilmeye başlamıştı. Sonunda, Gopel yemeğin hazırlanması için emir verdi.

On iki yaşındaki aşçı Lobas önce kapları yağlayıp beş cins baharatı içine boca etti. Acı chilli biber, yeşil biber, karabiber, biraz daha chil lı biber… hepsini toz halinde ezdi. “Suyunu tamamen çıkarmak gerekir” diye bir yandan da bana anlatıyordu. Bu karışım hardal yağında pişerken, Lobas bizim için özel patates hazırladı ve sonra tencereye su katarak içine yedi tane bhangnonmas denilen küçük balıklardan attı. Yemek iyice kaynarken iki avuç curry tozu ekledi. Yarım saat sonra pilavla birlikte tencereyi silip süpürmüştük.

“Nefis” dedim. Bu iltifatı duyan Lobas’ın gözleri ışıldadı. Baharatlar önce ağır ağır sonra yoğun bir şekilde insanın cildinden fışkırıyormuş gibi hararet yapmaya başlıyordu. Su kovasına koştum. Vücudumdaki bütün gözeneklerden acı acı ter atıyordum sanki. Suyu kafama dikerken beni gören Lobas, “Gerçekten de yemeği beğendiğin anlaşılıyor” dedi.

Sabah kalktığımızda Lahey Lahey, balıkçı teknesinin yanında oyuncak gibi görünüyordu. Balıkçılar, “Bir yunus kadar!” diyorlardı. Bengal dilinde Susek. Gopel durumu daha ciddiye almıştı. “Bir Hıristiyan tabutu kadar! Tanrılar size yardım etsin, oyuncak bir kayık kullanıyorsunuz.”

Bu şekilde cesaretlendirilmiş bir ruh haliyle balıkçılara veda ettik ve sabahın erken ve sisli bir saatinde yola koyulduk. Hava kararmadan Sibsagar’a varmak niyetindeydik. Birkaç saat sonra dacolerin Shankar’a saldırdığı yere geldik. Shankar o günle ilgili bir takım ayrıntıları hatırlayarak anlatmaya başladı. “Şu adalarda işte… şu kumlu kıyıya doğru gidiyordum… yanlış tarafa dönüp o kumluklara sapmıştım. Kıyıda bir adam vardı.

Bana yol sordu. İyi niyetle ona yaklaştığımda hemen üzerime atıldı. Aynı anda gizlenmiş olan iki kişi daha ortaya çıktı. Ama ben hemen küreğime yapışıp birine indirdim ve tekneme atladım. Sonra da deliler gibi küreklere asıldım. Aman Tanrım! Ertesi sabah da otobüse bindiğim gibi eve döndüm.”

Birden aklıma geldi, korsanların bize saldırmak üzere olduğunu varsayarak, “En fazla ne kadar hız yapabiliriz?” diye sordum.

Kalküta’nın Şairleri

logo (1)

Kalküta’da Paris ile Roma’da bugüne kadar yetişmiş şairden daha çok şair yetişmiş olduğu söyleniyor. Bu tür değerler nasıl ölçülür, bilmiyorum ama Kalküta’da New York ve Londra’dan daha çok edebi dergi yayınlandığı, Asya’daki tüm ülkelerde olduğundan daha çok tiyatro ve sanat galerisi bulunduğu da iddia ediliyor.

Mutlaka yayıncı sayısı da bir o kadar çok olmalı ama bunların küçük çapta yayınevleri olduğunu söyleyebiliriz. Hindistan’da hiçbir kentte sinemaların kapısında daha öğlen saatlerinde “tüm matineler dolu” şeklinde bir tabela göremezsiniz ama Kalküta’da insanlar sinemadan çıkmaz; şiir okuma günleri de binlerce insanın katıldığı kültürel etkinliklerden biridir.

Kültüre duyulan bu açlık nereden geliyor? Ünlü şairlerden biri, şiir günlerine katılan çoğu insanın sadece orada görünmek üzere bu toplantılara gittiğini söylüyor.

Film yapımcısı Satyajit Ray ise, sinema, tiyatro ve konserlere insanların bu kadar çok akın etmesini ilginç bir nedene bağlıyor. “Özellikle gençler için, buluşup bir süre baş başa kalabilmek ve karanlıkta el ele tutuşmak!”
Kalküta’nın en tanınmış sosyal kulübü ve aynı zamanda spor salonu Tollygunge’yi işleten Bob Wright, “Bengal halkı, Tanrı’nın onları şair ya da yazar olmaları için, diğer halkları ise geri kalan işleri yapmak için yarattığına inanır” diyor.

Hindistan’da “oldum olası” deyişi çok yaygındır. Kalküta’nın çevresi en az bin yıl önce balıkçılar, dokumacılar ve din adamlarının yerleşim yeri olmuştur. Kalküta kenti ise sadece üç yüz yıllık bir yerleşim merkezidir ki, bu da, Hindistan için oldukça geç bir tarihtir. British East India Şirketi’nin 1690 yılında bir ticaret kolonisi olarak kurduğu Kalküta, Hooghly Nehrinin kıyısına bir yarım daire şeklinde yapışıktır.

Avrupalıların muazzam evler ve geniş caddelerle kurduğu iç bölge “White Town” olarak bilinir. Yemyeşil bir alanın ve Hindistan’ın Central Park’ı sayılan Maidan koruluklarının ortasında yer alan bu bölge, iç kesimle bir sınır oluşturur. Burası, İngilizlerin gelişinden çok önce kurulmuş üç köyü içine alan “Black Town”dır. Bu kesimde daracık sokaklar, kenar mahalleler, pazaryer leri, tapınaklar ve depoların yanı sıra malikâneler yer alır. Black Town’un en eski yerleşim bölgesi, yarım dairenin tepesindeki Kuzey Kalküta’dır ve burası da Tagore’un doğduğu yerdir.

Bölgenin tümünde Batı sanatlarının etkisi görülür; roman, öykü, resim, popüler ve klasik müzik, tiyatro ve sonraları sinemada Avrupa ülkelerinin etkisi vardır ama daha çok İngiltere etkisi dikkat çeker. Kalküta halkı bu yabancı kültürleri esas alarak Sanskrit ve Bengal kültürünü yeniden canlandırmıştır.

On dokuzuncu yüzyıl başlarında sosyal reformcu Raja Rammo hun Roy, Bengal Rönesansı’nın öncülerindendir. Roy, Bengal’in geleceğini Doğu ve Batı’nın en üstün örneklerinin bir sentezinde görüyordu. Tagore ailesi de bu akımın başını çekenlerdendi. Aileden çıkan yazar ve ressamların tüm yetenekleri Rabindranath Tago re’da katlanarak en yüksek düzeye ulaşıyordu. 1913 yılında ilk kez Avrupa dışından Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan yazarlardan biri olan Tagore, ülkesinde muazzam bir coşku yarattı. Rabindra nath Tagore, hemşehrilerinin kendi kendilerini Hindistan’ın aydınları ilan edişlerinin bir kanıtı olmuştu.

Tagore’un Hindistan üzerindeki etkisi de muazzamdı. Özellikle de, Tanrı ve doğa ile aşk üzerine bestelediği iki binin üstünde şarkısı radyolarda, evlerde, okullarda ve Rabindranagar gibi yoksul semtlerde yaygın olarak hâlâ dinlenmektedir. Her yıl Tagore’un doğumu bir ay süren festivallerle kutlanır. Onun daha çok Hint mitolojisini konu eden şarkıları, oyunları bu festivallerde sahnelenir; ayrıca roman ve öykülerinden Satyajit Ray’in yaptığı filmleri gösterilir.

Kalküta, en çok da yazarlarıyla ünlüdür. Kalkmalılar görüş ve düşüncelerini basılmış olarak görmeyi en doğal hakları sayarlar. Nirmalya Acharya , “Bengal orta sınıfının iki özelliği vardır” demişti, “Birincisi şiir yazmaktır, çünkü her biri kendini şair olarak görür. İkincisi de, küçük de olsa bir dergi çıkarmaktır.” Bu sözlerinin en iyi örneği aslında Nirmalya’nın yine kendisidir. İlk kez 196 ı yılında, Bankim Chatterjee caddesinde, Üniversite caddesinin hemen yakındaki kahvehanede Satyajit Ray’in de desteğiyle bir dergi çıkarmıştı. ‘Bugün’ anlamına gelen Ekshan adını verdikleri derginin birkaç sayıdan fazla dayanamayacağını düşündüklerini söyleyen Nirmalya, otuz yıldır devam eden bu başarılarını ‘doğru zamanda’ bu işe başlamış olmalarına bağlıyor.
Nirmalya beni tanıdığı bir yayıncının işyerine götürmüştü.

Ma hatma Gandhi Yolu’ndaki yayınevinde üstü başı özensiz, dhoti giymiş bir adam, kolla çevrilen bir baskı makinesiyle pırıl pırıl dergi kapakları basıyordu. Modern masaüstü sistemleriyle kıyaslandığında daha çok Dickens İngilteresi’ni andıran bir sahneydi. Kalküta bugün hâlâ ufak edebi dergilerin doğduğu yer olarak efsaneleşmiştir.

Nirmalya, “Belki iki bin tane ufak tefek dergi yayınlanıyor” diye anlattı. “Ancak bugünlerde bu iş epeyce zor oluyor. Ekshan’ 1 çıkarmaya başladığımız günden bu yana kâğıt fiyatları on beş katına çıktı. Baskı maliyetleri de on katına. Bu dostum da, artık işi kapatmayı düşünüyor.”

Nirmalya’nın evine yakın bir yerde, Mahatma Gandhi Yolu’nun biraz üst tarafında ve Ramer Yolu’nun biraz aşağısında Sandip Dutt adlı bir öğretmen dostu oturuyordu. Dutt, aynı zamanda da, bir araştırma merkezi ile birlikte Küçük Dergi Kütüphanesi kurmuştu. On iki bin adet dergi, evinin alt katının tümünü tavana kadar kaplamıştı.

“1978 yılında, kimsenin küçük dergilere sahip çıkmadığını görerek bu işe başladım” diye anlatıyordu Dutt. “Bu küçük dergileri korumak benim hem görevim hem de tutkum.” Sandip Dutt haftanın dört günü akşamüzeri saatlerinde bu hâzinenin kapılarını ilgilenen insanlara açıyor. Sadece yıllık 50 sent bir ücret karşılığında! Muz yapraklarına basılmış örneklerden, sigaralara sarılmış, kibrit kutularında saklanmış örneklere kadar ilginç bir koleksiyon. Sandip Dutt gururla Bangadarshan dergisinin 1872 baskısını çıkar yor. Kısa ömürlü bu dergi, 1960 sonlarında bir işçi tarafından yeniden düzeltilerek basılmış.

Biraz safça, “Peki, siz hiç dergi çıkardınız mı?” diye sordum.

“Evet! Halkım için tam üç dergi birden çıkarıyorum!” dedi.

Sandip Dutt, koleksiyonuna bin beş yüz dergiyle başlamıştı. “Artık her gün dört ya da beş tane yeni dergi ekleniyor ama yer sorunum var.” Beni üçüncü bir odaya götürerek şiir dergilerini gösterdi.
“Bu oda da dolunca ne yapacaksınız?”

Simla halkı konuşkandır

Tılsımlar 3

Bir İngiliz şirketinde satış temsilcisi olan genç ve insan canlısı Atay ile Kalka treninde tanışmıştık. Bana, “Simla halkı konuşkandır” demişti. “Hep öyle olmuş. Neden derseniz, o tepelerde insanların çok bol vakti var. Onlar aşağıda kentlerde yaşayan insanların koşuşturmalarını hiç anlayamazlar. Simla’da, özellikle yazları, bir işiniz bile olsa, işe geç gider, öğlen tatillerinizi uzun tutar ve işten erken çıkıp Mall’da gezinti yaparsınız.

Kışları ise hiç işe gitmeyebilirsiniz. Bir telefon açıp ‘kapımın önü karla kapanmış’ diyebilirsiniz. Orada insanlar dedikoduyu çok severler. Akşam Mall’da kim kiminley miş, falanca yemek davetinde ne pişirmiş, neden bilmem kimleri davet etmemiş… Simla balayı için İdeal bir yerdir.

Benim annemle babam da orada balayına gitmiş, onların anneleri babaları da.” Gülerek eklemişti. “Gelecek yı ben de gideceğim, Ağustosta. Simla’da eski tarz bir yaşam vardır. Delhi’de ya da Bombay’daki gibi yaşamazlar, İngilizler gibi yaşarlar.”

Kordon trafiğe kapalıydı, sadece atlarla üç tekerlekli bisikletler girebiliyordu. Orada bir kahvehanede kahvemi içtim, bir çayhanede de çayımı. Kendime bir sari aldım. Hatta kar gözlüğü bile aldım. Paten yaptım, bilardo oynadım, su kenarında oturup keyif çattım, üç tekerlekli bir bisiklet kiraladım, maymunları besledim, oymalı bir baston aldım, ata bindim, solmuş bir İngiliz piknik manzarası satın aldım, insanların konuşmalarına kulak kabarttım, Martial’ın Epigrams adlı kitabını aldım, falıma baktırdım, karlı dağların eteklerinde fotoğraf çektirdim. Kış mevsiminde orada olsaydım, kayak da yapardım.

Simla’da hâlâ yaşayan İngilizler var mıdır diye merak etmiştim. Sahaflarda O. C. Sud adlı bir kitapçı Mrs. Montague adlı yaşlıca bir hanımdan söz etti.

Upper Bhahari yolunda oturduğunu söyledi ama kendisi çok meşguldü, beni oraya götüremeyecekti. Dükkânını yeniden düzenlemekle uğraşıyordu, çünkü Japonya’dan gelen bir dağcı grubu Himalayalar’la ilgili ender bulunan kitaplarının çoğunu almıştı. Aslında elinde o ender kitaplardan daha epeyice vardı.

“Mrs. Montague ile tanışmalısınız. O yaşayan bir tarihtir ve buralarda kalan son İngilizdir. 1909’dan beri burada yaşıyor. Onu konuşturun.”

Ertesi gün Mall’dan uzaklaşarak kıvrımlı yollardan yamaçlara çıktım. Daha yükseklerde büyük bungalovlar vardı; kimisi çok iyi korunmuş, kimisi çürüme noktasına gelmişti. Sarı, beyaz ve mor yabani çiçeklerle kaplanmış bahçelerin eski halini tahmin edebiliyordum. Üçgen çatılarıyla, İngiltere’de Kent’te görebileceğiniz nefis evlerdi. Ancak, Doğu’nun kendine özgü çiçekleri hiç tanıdık değildi. Kuş sesleri de kulağıma çok yabancı gelmişti.

İngiltere’de kırsal kesimde ardıçkuşu ve buralara ait olmayan guguk kuşları, yüz yıl kadar önce yurdunu özleyen bir İngiliz subay tarafından buraya getirtilmişti. Simla’da subay kulübü, dans ve flörtler, şarap, dedikoducu hizmetçilerle geçen renkli hayatlara rağmen, sıla hasreti çekildiği muhakkaktı. Ağaçların gövdelerine çizilmiş kalpler içinde İngiliz isimleri hâlâ duruyordu.

Mrs. Montague’nin üçgen damlı evine yeşil boyalı bir bahçe kapısından giriliyordu. Güller ve hanımelleri arasından taş merdivenlerle bahçe ormana doğru açılıyordu. Sanki, Tunbridge Wells’den taşınıp getirtilmiş gibi görünen evin kapısını ısrarla vurdum. Sıska bir Hintli kadın kapıyı açtı.

Rada çok az İngilizce biliyordu. Loş bir koridordan geçerken burnuma yeni cilalanmış tahta kokusu, kulağıma eski bir duvar saatinin tıklama sesi geldi. Dantel perdeli küçük çerçeveli camları olan salondan merdivenlere doğru yürüdük. Duvarlarda vahşi kabilelerin baskılarıyla yüksek kayalıklara oturtulmuş eski saray resimleri vardı. Üst katta baştan aşağı kitaplarla dolu bir oturma odasına girdik. Ufacık bir şöminesi olan odada, el işlemesi yastıklarıyla hasır koltuklar vardı. Rada sessizce çekilip beni orada bıraktı ve beş dakika sonra döndü.
“Gelin” dedi.

KUMANDA NOKTASI

logo (1)

8 Ağustos 1960’da, Batı Virginia’da doğup büyümüş kimya mühendisi Monroe Rathbone, Manhattan’daki gökdelenlerden birinin üst katlarından birindeki bürosunda, gelecekteki tarihçilerin İkinci Dalga’nın sonunun başlangıcı olarak kabul edebileceği bir karar verdi.

Dev Exxon Company’nin yönetim kurulu başkanı olan Rathbone’un, o gün Exxon’un petrol ülkelerine ödediği vergilerin azaltılması için aldığı önlemleri neredeyse kimse fark etmedi. Ama Batı basınının pek de önemsemediği bu kararlar, milli gelirlerinin neredeyse tamamını petrol satışından elde eden ülkeler üzerinde bomba gibi bir etki yarattı.

Sadece birkaç gün içinde, başka büyük petrol şirketleri de Exxon’un peşinden geldi. Bir ay sonra, 9 Eylül’de, masallara konu olmuş Bağdat şehrinde, bu karardan en fazla zarar gören ülkelerin temsilcileri toplandı. Köşeye sıkıştıklarının farkında olarak, kendilerini rahatça savunabilmek için petrol ihraç eden ülkeleri temsil edecek bir komite oluşturdular.

Tam on üç yıl boyunca, bu komitenin faaliyetleri ve hatta adı bile, birkaç petrol endüstrisi dergisinin ları dışında pek duyulmadı. 1973 yılında Yom Kippur Savaşı patlak verdiğinde, Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) aniden gölgelerin arasından çıkana kadar. Dünyanın ham petrol kaynağım elinde tutan bu komite, bütün İkinci Dalga ekonomisini aniden baş aşağı etti.

Aslında OPEC sadece kendi petrol gelirini dört katma çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda İkinci Dalga teknosferinde başlamış olan bir devrimi hızlandırmıştı.

Taj oteli

logo (1)

Andaman adalarıyla ilgili öykülerde, batık gemilerden sağ kalan denizcilerin kabileler tarafından yendiği anlatılıyor. Bu adalar bir dönem, halkının insanları kesip yemelerinden dolayı Timai Thevu adıyla bilinirmiş. Marco Polo bile, başkalarından edindiği bilgilerle, “… insanları putperest ve yeryüzünün en vahşi ırkı. Kafa yapıları, gözleri ve dişleriyle insandan çok köpek türüne benziyorlar ve kendilerinden olmayan herkesi öldürüp yiyorlar…” diye yazmış.

Bu tür bilgiler nedeniyle, denizcilerin Andaman adalarına fazla yaklaşmamaları doğaldı. Sonunda, 1778 yılında, Hindistan’daki İngiliz yönetimi Yüzbaşı Archibald Blair’i, adaları korsanlardan ve yamyamlardan temizlemek amacıyla ğörevlendirdi. Aynı zamanda ünlü bir yerölçümcü olan Blair, halen adını taşıyan Blair limanında ilk Avmpa yerleşimini kuran kişi oldu.

İngilizler, yönetimlerine giren bu yeni halktan korkmuştu. Tıknaz, kapkara tenli bu ufak tefek insanların Afrikalı pigmelerden geldiğini düşündüler. Batık gemilerden kurtulan köleler bu adalara yerleşmiş olabilirdi. Ama artık antropologlar, bu ırkın daha çok Avustralya ve batı Pasifik halklarından gelen “negrito” kabileleri olduğu görüşündedir.

Negritolar dışarıdan gelen hiç kimseyle yakınlık kurmanmışlar ve topraklarına giren herkese karşı ölümcül bir şiddet göstermişlerdi. Omuz omuza yapılan birkaç savaştan sonra İngilizler bu insanları işçi olarak kullanamayacaklarını görmüş ve kendi hallerine bırakmak zorunda kalmıştı.

Bugün artık Andaman Adaları yönetimi kendi kabilesini modern dünya travmalarına karşı koruma altına almıştır. Salgın hastalıklar, yoksulluk, misyonerler ve hatta turistler buralara pek ulaşamaz. Port Blair’de tanıştığım antropolog Dr. Madhumala Chatto padhyay, “Bu şekilde soyutlanmış yaşamları kendileri için daha hayırlı” demişti. Son üç yıl öncesine kadar, bazı antropolojik çalışmalar için gelen ekipleri ok ve mızraklarla geri püskürten Jarawa ve Sentinel halklarıyla Dr. Chattoadhyay dostluk kurmayı başarmış ilk kişiydi.

“Yirminci yüzyılda Sentinel halkıyla bir temas kurulabildiğine dair hiçbir belge yok” diye anlattı. Ama Dr. Chatttopadhyay onların zaman zaman hindistancevizi alışverişi için diğer negrito kabilelerle temas kurduğunu öğrenmişti. “Biz kıyıya yaklaşırken, ormandan kimse çıkmadı. Yarım saat kadar bekledikten sonra suya torbalar dolusu hindistancevizi attık ve Sentinel halkı bir anda sulara daldı. Önce bizden korktular ve hemen oklarını doğrulttular ama sonunda hepsi oklarını indirdi.”

İkinci kez adaya gittiklerinde Sentinel halkı keşif gemisine çıkmış ve sonra araştırmacıların kıyıya inmelerine izin vermişlerdi. Şahsen ben bu koruma altındaki kabileleri görmek istediğimde, her seferinde kesin bir gerekçeyle reddedildim: Kültürel bütünlüklerine zarar verebilirmişim, onlar da bana zarar verebilirmiş.
Bir hükümet yetkilisine, “Ne kadar tehlikeli olabilirler?” diye sordum “Geçen yıl Bengali’de yaşayan biri Jarawa adasında avlanırken öldürüldü. Mızrak vücudunun bir tarafından girip öbür tarafından çıkmış.”