Her Telden

Hint Okulları

logo (1)

Biz gittiğimizde Durga festivali için hazırlıklar sürüyordu. Bir sanatçının gri renkte bir kilden yaptığı tanrı figürünü bambu ve sazlardan bir çerçeve içine yerleştirişini izledik. Bu mesleği babasından öğrenmiş olduğunu anlattı. Sanatçıların çoğu, zaten kuşak Jar boyunca babadan oğula geçen bir kast mesleği olarak bunu sürdürüyordu.

Aloke Sen gibi bir akademi öğrencisi ise toplumsal eleştiri amaçlı figürler üzerine çalışıyordu. Bilgi Tanrıçası Saraswa ti’nin zincire vurulmuş şekilde bir heykelini göstererek, “Bugünkü eğitimin zincir altında oluşunu anlatmak istedim” diye bir açıklama yaptı, “Bugün artık gençlere sadece somut şeyler öğretiyorlar.” Aloke’nin yaptığı Durga heykelleri çok rağbet görüyordu.

Bunun nedeni de, Aloke’nin mesajlarının anlaşılmazlığıydı. Örneğin, Durga’nın savaştığı şeytanları kötülüğün simgesi yaratıklar şeklinde değil de sıradan kadın ve erkek figürleriyle tanımlıyordu. “Bu figürlerle her insanın içindeki kötülüğü göstermek istedim” diye açıklıyordu. “Şehvet, öfke, gurur, saplantılar, açgözlülük ve kıskançlık duygularıyla insanları göstermek istedim.”

Aloke’nin bir tek tablosu yirmi bin dolar değerinde. Durga’nın bir şeytanı kılıcıyla keserken gösterdiği bu tablo, sokaklarda kurulan sahnelerin en büyük dört tanesinde kullanılacak. Dört gün dört gece süren Durga festivali boyunca insanlar bu tür eserleri izleyecek ve dördüncü gecenin sonunda bu eserler bambu sedyelerle Ho oghly nehrinin kıyılarına taşınacak ve nehre atılacak…

Beş yıl kadar önce Ruja beni Durga Festivali’ne götürmüştü. Bir Kalkütalı’nın bakış açısıyla olayı izlememi istiyordu. Nehir yolu üzerinde yüzlerce Bengalli müzisyenin ortasında taksiden indik. Gecenin karanlığında Bengalli gaydacıların eşliğinde adeta bir İskoç kutlaması yaptık. Nehrin kıyısına geldiğimizde olay koptu. Herkes Durga resimlerini ve heykellerini var gücüyle Ganj’ın sularına fırlatmaya başladı. Bu tanrı heykelleri Bengal Körfezi’ne kadar sürüklenip tekrar kil halinde aslına dönerek yok olacaktı.

Durgas festivali Aloke’nin bir sanatçı olarak kendi kendini kanıtladığı bir olaydı ama aynı zamanda da en büyük kâbusuydu. “Bu formlar benim yarattığım şeyler. Onlar benim çocuklarım gibi. Artık atölyem dolup taşıyor ama yakında burası boşalacak ve benim için acı çekme süreci başlayacak. Onları, eserlerimi, çocuklarımı Ganj’ın sularına atmalarına dayanamıyorum!”

Ama acı çekme konusunda Aloke’nin diğer Kalkütalılara kıyasla daha iyi durumda olduğunu söyleyebilirim. Sonuçta, çoğu Kal kütalı sanatçı ve yazara konu olan bu çürümüşlük ve ölüm olgusu onlar için bir geçim kaynağı.

“Bu inançlar size bir malzeme oluşturuyor” diye Satyajity Ray durumu çok güzel ortaya koymuştu. “Stockholm’da yaşıyor olsaydınız ancak Bergman gibi filmler yapabilecektiniz. İnsan psikolojisi filan.”

Raja ve Dakoo ona katılıyorlardı. Onların işi yaşadıkları kente duydukları aşk ve nefretle iç içeydi. Bu çelişkiyi de, Aparna Sen çok güzel özetlemişti. Film yapımcısı ve aktris, aynı zamanda Kalkü ta’nın en tutulan kadın dergisinin editörü olan Aparna Sen bu kentten nefret ettiğini açıkça söylemekten kaçınmıyordu. “Ama ben bu kentin sabah ve akşam görüntüsünün ne olduğunu biliyorum. Sokaklarının halini, gölgelerin düşüşünü… Bundan ne kadar nefret de etsem, başka bir yerde çalışmayı düşünemem bile!”

Julin Crandall Hollick 1988 ile 1990 yılları arasında ABD’nin National Public Radio’sıında Hindistan muhabiri olarak çalışmıştır. Halen Hindistan’da çıkan The Sunday Times’da köşe yazarı olarak gö reı> yapan Hollick iki ülke arasında gidip geliyor.

Kalküta metrosu son derece temiz, dakik ve asla çiş kokmayan bir yer. Hiçbir şeyin temizliğinden emin olamayacağınız, hiçbir şeyin dakik olmadığı ve her yerin çiş koktuğu bir ülkede tüm metro istasyonları çiçekler, duvar resimleri ve kabartmalarla ve ayrıca televizyonlarla dolu. Hint Müzesi’nin altındaki istasyonda cam vitrinlerde sergilenen çok değerli heykeller sapasağlam duruyor. Ücret bir rupi (beş sentten biraz fazla); yani, New York’un pis ve güvensiz, lağım kokulu, suçtan geçilmeyen metrosu için vereceğiniz ücretin yirmide biri!

Endüstrileşmenin gelişi

Tılsımlar 1

Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, endüstrileşmenin gelişiyle toplum birbirinden farklı ama birbirine bağlı binlerce parçaya bölündü; fabrikalar, kiliseler, okullar, sendikalar, odalar, hapishaneler, hastaneler… Adını siz koyun. Kilise, devlet ve birey arasındaki kumanda zinciri bozuldu. Bilgi uzmanlaşmış disiplinlere bölündü. İşler küçük parçalara ayrıldı. Aileler daha küçük çekirdek ailelere dönüştü. Bunu yaparken, toplum yaşamı ve kültürü de paramparça oldu.

Biri her şeyi başka bir şekilde yeniden birleştirmek zorundaydı.
Bu ihtiyaç nedeniyle, temel görevi birleştirmek olan yeni türde uzmanlar türedi. Kendilerine yönetici, idareci, komiser, koordinatör, başkan, başkan yardımcısı, bürokrat veya müdür diye unvanlar yakıştıran bu insanlar, her iş ortamında, her hükümette ve toplumun her seviyesinde kendilerini gösterdiler. Çok geçmeden onlardan vazgeçilemeyeceği anlaşıldı. Onlar birleştiricilerdi.

Rolleri onlar belirliyor, işleri onlar dağıtıyordu. Kimlerin ödüllendirileceğine onlar karar veriyordu. Planlar yapıyor, kriterler belirliyor, gerekli belgeleri sağlıyorlardı. Üretim, dağıtım, nakliye ve iletişim onlardan soruluyordu. Organizasyonların bir birleriyle etkileşim kurallarını onlar belirliyordu. Kısacası, toplumun parçalarını birbirine uyduranlar onlardı. Onlar olmadan, İkinci Dalga sistemi asla yürüyemezdi.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında, Marks araçlara ve teknolojiye kim sahip olursa “üretim araçları” toplumu onun yöneteceğini düşündü. Bu fikri savunuyordu, çünkü işler bir birleriyle bağlantılıydı, işçiler üretimi kesebilirlerdi ve araçları patronlarının elinden alabilirlerdi. Araçlara sahip olduklarında, toplumu onlar yönetirdi.

Ama tarih onu yanılttı. Aynı birbirine bağımlılık, yeni bir gruba çok önemli bir avantaj sağlamıştı; sistemi yönetenlere veya birleştirenlere. Sonunda gücü eline geçirenler ne patronlar ne de işçiler oldu. Gerek kapitalist, gerekse sosyalist ülkeler olsun, tepeye yükselenler birleştiricilerdi.
Güç veren şey mülkiyet sahipliği değil, “üretim araçları” idi. Bu, “birleştirme araçları” anlamına geliyordu. Ne demek istediğimizi açıklayalım.

İş dünyasında ilk birleştiriciler

logo (1)

İş dünyasında ilk birleştiriciler, fabrikatörler, tacirler, demir ustalarıydı. Patron ve birkaç yardımcısı, çok sayıda vasıfsız “elleri” bir araya getiriyor, işlerini daha büyük bir ekonominin parçasına dönüştürüyorlardı.

O sıralarda patronla birleştirici aynı olduğundan, Marks bu ikisini karıştırmakta haksız değildi ve bunun sonucu olarak, daha ziyade patronluk kavramına vurgu yaptı. Ama üretim süreci giderek karmaşık hale gelirken ve uzmanlık anlayışı yüzünden işü daha da artarken, iş dünyasında patronla işçilerin arasına daha önce tahmin edilmeyen sayıda uzmanlar, yöneticiler yerleşti. Evrak işleri arttı. Durum öyle bir hal aldı ki büyük şirketlerde işlerin tamamını anlayabilen bir tek kişi bile kalmadı; şirket sahibi veya en büyük hissedar dahil. Patronun kararları, bütün sistemi düzenlemek üzere çalıştırılan uzmanlar tarafından şekillendiriliyor, böylece kontrol altına alınıyordu. Tüm bunların sonucunda ortaya çıkan yeni bir elit grup, gücünü patronluktan değil, birleştirme sürecindeki rollerinden almaya başladılar.

Yöneticilerin elindeki güç artarken, hissedarların önemi azaldı. Şirketler giderek büyürken, şirket sahibi aileler hisselerinin giderek artan ünü dağınık hissedar gruplarına sattılar ve bu arada yeni hissedarların işlerin doğası hakkında bir şey bilip bilmediğine bile kimse aldırmadı. Giderek artan bir şekilde, hissedarlar sadece şirketin günlük işlerinin yürümesi açısından değil, uzun vadeli hedeflerinin ve stratejilerinin belirlenmesi için bile yöneticilere ihtiyaç duymaya başladı. Teorik olarak patronları temsil eden yönetim kurulları, güya yönetmeleri gereken operasyonları bile bilemez hale geldi. Özel yatırımlar kişiler tarafından değil de, giderek artan bir şekilde emeklilik fonları, hisse senetleri ve bankaların tröst birimleri tarafından gerçekleştirildiğinden, endüstrinin gerçek “sahipleri” hâlâ kontrolden uzak kalıyordu.

Belki de, birleştiricilerin yeni gücü en iyi şekliyle, Birleşik Devletler eski Hazine Bakanı W. Michael Blumenthal tarafından ifade edilmiştir. Hükümete katılmadan önce, Blumenthal, Ben dix Corporation’ın başındaydı. Bir gün Bendix’in sahibi olmayı isteyip istemediği sorulduğunda, Blumenthal şöyle cevap vermişti: “Önemli olan şirketin sahibi olmak değil, kontroldür. CEO olarak elimde tuttuğum şey de bu! Gelecek hafta bir hissedarlar toplantısı yapılacak ve oy oranının yüzde 97’si bende. Sahip olduğum hisse sayısı ise sadece sekiz bin. Benim için asıl önemli olan şey kontrol… Bu büyük hayvanı kontrol edebilmek ve bunu yapıcı bir şekilde başarabilmek. Başkalarının yapmamı istedikleri gülünç şeyleri yapmaktansa bunu tercih ederim.”

Dolayısıyla, politikalar o firmada maaşlı çalışan veya başkalarının parasıyla yatırımlar yapan yöneticiler tarafından belirleniyordu. Bu konuda patronlar da en az işçiler kadar etkisizdi. Birleştiriciler, kontrolü ele almışlardı.

Bütün bunlar, paralel bir şekilde sosyalist ülkelerde de yaşanıyordu. 1921 yılında, Lenin kendi Sovyet bürokrasisini eleştiriyordu. 1930 yılında sürgünde bulunan Trotsky, “üretim işinde doğrudan yer almayan ama yöneten, emreden, düzenleyen, bağışlayan ve cezalandıran” yaklaşık beşaltı milyonluk bir yönetici sınıfının varlığından söz ediyordu. Ona göre üretim araçları devletin elinde olabilirdi ama “devlet, bürokrasinin elinde” idi. 1950’lerde Milovan Djilas, The New Class (Yeni Sınıf) adlı çalışmasında Yugoslavya’da elindeki gücü artıran bir yönetici seçkinler grubuna saldırıyordu. Djilas’ı hapse attıran Tito’nun kendisi bile, “teknokrasi, bürokrasi ve sınıf düşmanlığından şikayet ediyordu. Yönetici sınıfa karşı duyulan korku, Mao dönemi Çin’de ana konuydu.
Dolayısıyla sadece kapitalist dünyada değil, komünist dünyada da birleştiriciler gücü ele geçirmişlerdi. Onlar olmadan, sistemin parçaları birlikte çalışamaz, “makine” varlığını sürdüremezdi.

AZAMİLEŞTİRME

logo (1)

Üreticiyle tüketicinin birbirinden ayrılması, İkinci Dalga toplum larının hepsinde takıntılı bir “makrofilya”ya neden oldu; diğer bir deyişle, Teksas halkınınkine benzer bir büyüklük ve gelişim tutkusuna. Bir fabrikada çalışma saatleri uzatıldığında birim maliyetler düşüyorsa, aynı mantıkla, başka alanlarda üretim hacminin artırılması da belli tasarruflara yol açacaktı. Artık “büyük” kelimesi “verimli” kavramıyla aynı anlama geliyordu ve böylece, “azamileştirme” prensibi, İkinci Dalga uygarlığının beşinci prensibi olarak karşımıza çıkıyordu.

Ülkeler ve şehirler, en yüksek gökdelene, en büyük baraja veya dünyanın en büyük minyatür golf sahasına sahip olmakla övünmeye başladı. Dahası, büyüklük gelişimin sonucuydu ve çoğu endüstri devleti, şirketi ve organizasyonu, gelişme ve büyüme idealini çılgınca bir tutkuyla izliyordu.
Matsushita Electric Company’de çalışan Japon işçi ve müdürler, her gün işe başlamadan önce şu şarkıyı hep bir ağızdan söylüyordu:

Üretimi vurgulamak için elimizden geleni yaparız Ürünlerimizi dünyanın her yerinde insanlara göndeririz Hiç bitmeden ve tükenmeden Bir çeşmeden fışkıran su gibi Büyü, endüstri, büyü, büyü, büyü!

Amerikada Çalışmak

Tılsımlar 3

Kablolu televizyonlar günümüzde 14.5 milyon Amerikalıya hizmet veriyor. Çok büyük olasılıkla, 1980’lerin başlarında bu rakam daha da artacak. Bu alanda çalışan uzmanlar, 1981 yılı sonunda kablolu televizyon abonelerinin sayısının 20 ila 26 milyon arasında olacağını, Birleşik Devletler’deki tüm evlerin yarısında kablolu televizyon bağlantısı bulunacağım düşünüyorlar. Bakır tel tarihe karışarak yerini kıl inceliğinde elyafla ışık ileten fiber optik sisteme bırakırken, bu yönde gelişmeler daha da hızlanacak. Yeni baskı teknolojileri ve fotokopi makineleri gibi ofis sistemleri gibi, kablolu televizyon sistemleri de seyirci kitlelerini küçültecek. Bütün bunlara ek olarak, kablolu sistem abonelerin sadece televizyon izlemenin ötesine geçerek çok daha çeşitli hizmetlerden doğrudan yararlanmalarını sağlayarak, çift taraflı iletişim aracı olarak da geliştirilebilir.

1980’lerin başlarında Japonya’da bütün şehirler, kullananların program izlemenin yanı sıra, fotoğraf ve veri alışverişi, sinema ve restoran rezervasyonu gibi hizmetlerden de sadece bir numara çevirerek yararlanmasına izin verecek. Yine hırsız ve yangın alarmları da aynı şekilde işleyecek.

Osaka’nın varoş semtlerinden biri olan Ikoma’daki bir yerel televizyon kanalı, benimle HiOvis sistemi hakkında bir röportaj yapmıştı. Bu sistem kapsamında her abonenin evindeki televizyonun üzerine bir mikrofon ve bir kamera takılıyordu. Böylece televizyon seyircisi istediği takdirde programa katılabiliyordu. Röportajım devam ederken, abonelerden biri olan Bayan Sakamoto kendi evinin salonundaki düğmeye bastı ve pek akıcı denemeyecek bir İngilizce ile beni selamlayarak sohbete başladı. Onunla konuşurken, hepimiz onu ve arkasında salonun içinde koşturan küçük oğlunu görebiliyorduk.

Ayrıca, HiOvis, müzik, yemek, eğitim gibi birçok konunun yer aldığı bir video kaset kütüphanesine sahip. Seyirciler belli bir şifre girerek, günün herhangi bir saatinde istedikleri video kaseti izlemek için bir bilgisayara bağlanabiliyorlar.

HiOvis sisteminin henüz sadece 160 hanelik abonesi var ama Japon devleti tarafından desteklenmesinin yanı sıra, Fujitsu, Sumitomo Electric, Matsushita ve Kinetsu gibi büyük firmalar da projenin arkasında yer alan isimler arasında. Bu son derece gelişmiş sistem, fiber optik teknolojisini kullanıyor.

Bir hafta kadar önce Columbus’ta Warner Cable Corporation’ın Qube sistemini inceledim. Qube abonelerine otuz televizyon kanalı sunuyor (Birleşik Devletler’in her yerine yayın yapan büyük kanalların sayısı sadece dört olmasına rağmen) ve okul öncesi çocuklardan meslek sahiplerine, akademisyenlerden “bekâr yetişkinler”e kadar çok çeşitli kesimlere hitap eden programlar yayınlanıyor. Qube, dünyadaki en gelişmiş, ticari kullanım açısından potansiyeli en yüksek olan kablolu televizyon sistemidir. Abonelerine hesap makinelerine benzeyen küçük birer alet vererek, istasyona bağlanma uzaklığını sadece bir düğme mesafesine indiriyor.

Seyirci bu düğmeler sayesinde Qube stüdyolarıyla veya bilgisayarlarıyla haberleşebiliyor. Time dergisi sistemi anlatırken heyecanını gizleyemiyor ve şöyle diyor: “Aboneler sadece bir düğmeye basarak yerel politika tartışmalarına katılabilir, eski eşyaları için garaj satışları ilanı verebilir, bir hayır kurumu için antika eser açık artırmalarına katılabilir, bir politikacıya soru sorabilir, amatör sanat yarışmalarında oy kullanabilir.” Dahası, “böylelikle tüketiciler o civardaki süpermarketlerin fiyatları arasında kıyaslama yapabilir veya bir Çin restoranında rezervasyon yaptırabilir.”

Ama bugün büyük ve geniş kitlelere hitap eden televizyon ağlarının karşılaştığı sorunlar, kablolu sistemlerle sınırlı değil.

TAROT FALI İMPARATOR KARTI (The Emporer)

indir (1)

4. Nolu Kart İMPARATOR (The Emporer)

Tanıtım: Kolluk başlan Koç burcunun sembolüyle süslenmiş bir tahtta, sert iiadeli bir kral oturmaktadır. Kralın sağ elinde eski Mısır’dan kalan sembollerden Ankh veya Ansata adı verilen bir asa vardır. Bu asa önünde bütün karanlık güçlerin gerilediği kabul edilen bir hayat asasıdır.

İmparatorun sol elinde ise hakimiyeti dile getiren bir küre vardır. Tahtın gerisindeki çıplak tepeler ise dayanıklı güç ve yönetimin ifadesidir. Astrolojik açıdan Koç burcuna tekabül eder. Erkek, yani artı özellikte maskıilen bir karttır. Yokluk kartı sayılır ve nötr niteliktedir. Karakteri hava’dır.

Kehanet Anlamı: Hükümranlık, kitlelerin kontrolü, karanlık, kudret, himaye, zekânın aşk ve ihtirastan üstün gelmesi, yardım.

Ters Anlamı: Düşmanlara şaşkınlık. Engel ve hamlık. Duygusal açıdan toyluk. Şefkat. Ev halkına gelebilecek bir zarar. Muhtemel bir mirastan alıkonulma.

Tekonoloji ile çalışmak

indir

İleri teknoloji ülkelerinde daha şimdiden gözlemlediğimiz çatışmalar, bu savaşta iki değil, üç tarafın olacağını düşündürüyor. Her şeyden önce, hâlâ İkinci Dalga enerji temelinin devamından kazanç sağlayanlar var. Bu kişiler, kömür, petrol, doğal gaz, nükleer enerji gibi enerji kaynaklarının ve teknolojilerinin kullanımının devam etmesi için kaçınılmaz bir şekilde diretecek, diğer bir deyişle, İkinci Dalga’nın olduğu gibi devam etmesi için savaşacaklardır. Petrol şirketlerinde, demiryolu, otobüs, denizyolları kurumlarında ve ilgili oda ve sendikalarda odaklanmış olduklarından, İkinci Dalga güçlerinin pozisyonu sağlammış gibi görünmektedir.

Üçüncü Dalga enerji temelini savunanlar ise tüketiciler, çevre koruma grupları ve organizasyonları, bilim adamları, bu alanda çalışan yeni girişimciler ve taraftarları dağınık bir düzendedirler, maddi güçleri zayıftır ve çoğunlukla politik konularda deneyimsiz ve beceriksizdirler. İkinci Dalga’nın savunucuları, onları başından beri maddi gerçekleri önemsemeyen, teknoloji tutkunu hayalperestler olarak gösterdiler ve bunda da bir hayli başarılı oldukları inkar edilemez.

Dahası, Üçüncü Dalga’nın savunucuları, halkın gözünde başka bir grupla karıştırılırlar: Daha mantıklı, daha bilimsel, daha yenilikçi bir enerji sistemini değil, daha ziyade Birinci Dalga enerji sistemini savunarak endüstri öncesi döneme geri dönmeyi isteyenlerle! Bu gruptakiler, en uç noktada, doğanın korunması için teknolojinin büyük ölçüde ortadan kaldırılması, toplumun hareketliliğinin sınırlanması, şehirlerin boşaltılması ve israftan kaçman bir kültürün benimsenmesi gerektiğini düşünürler.

İkinci Dalga taraftarları, halkla ilişkiler uzmanları ve politikacıları, bu iki grubu birleştirerek halkın kafasını daha da karıştırdıkları gibi, Üçüncü Dalga taraftarlarının savunmayı bırakıp harekete geçmesini önlemektedirler.

Bana kalırsa, sonunda ne Birinci Dalga ne de İkinci Dalga savunucularının politikaları başarılı olacak. İlk gruptakiler, kendilerini insanoğlunun ve tarihin doğasına aykırı bir hayale kaptırmış dürümdalar; ikinci gruptakiler ise, varlığı sonsuza dek sürdürülemeyecek bir enerji temelini savunmaya ve yaşatmaya çalışıyorlar.

İkinci Dalga’nm temel aldığı enerji sisteminde durmadan artan fiyatlar ve enerji teknolojisinin dur durak bilmeden yükselen yatırım masrafları, endüstri çağının aleyhine işleyen gerçeklerdir. İkinci Dalga yöntemlerinin çoğunlukla enerjiyle yapılması gereken küçük bir iş için dev enerji israflarını gerektirmesi, buna eklenen diğer bir olumsuzluktur. Hava kirliliği sorununun giderek daha büyük boyutlara varması ve nükleer tehlikeler, yine İkinci Dalga’nm gücünü zayıflatan gerçeklerdir. Birçok ülkede binlerce insanın nükleer reaktörlerin kurulmasını, madenlerin talan edilmesini veya dev santrallerin yapılmasını engellemek için polise bile karşı gelmesi, İkinci Dalga için eksi puanlardır. Henüz endüstrileşmemiş ülkeler kendilerine has bir enerji sistemine sahip olmak isterken ve dahili kaynakları için giderek artan fiyatlarda diretirken, İkinci Dalga günden güne ivmesini kaybetmektedir.

Kısacası, nükleer reaktörler, kömürü sıvılaştıran veya gaza dönüştüren tesisler ve benzeri teknolojiler ilerici adımlarmış gibi görünseler de, aslında hiçbiri, çok çeşitli ve çok yönlü çelişkiler içinde kıvranan İkinci Dalga’ya ait eğreti önlemler olmanın ötesine geçemiyor. Bazılarından geçici olarak yararlanılabilir ama yine de, temelde geriye dönük adımlar oldukları bir gerçektir. Diğer yandan, İkinci Dalga taraftarları güçlü, Üçüncü Dalga savunucuları etkisiz gibi görünseler bile, kimse yanıltıcı bir görüntüye bakıp da geçmiş üzerine kumar oynamak istemez. Sormamız gereken soru, İkinci Dalga enerji temelinin çöküp çökmeyeceği, yerini başka bir sisteme bırakıp bırakmayacağı değil, ne zaman yıkılacağı ve ne zaman yerini başka bir enerji sisteminin alacağıdır.

GİZLİ PLAN

Bir Fransız’ı, Birleşik Devletler başkanlık seçimleri kampanyası kadar şaşırtacak başka bir şey yoktur: Mideye indirilen sosisli sandviçler, sırt sıvazlamalar, bebek öpmeler, ön seçimler, nutuklar, büyük fon oluşturma çılgınlığı, televizyon reklamları; hepsi de demokrasi adına! Buna karşılık, muhtemelen Amerikalılar da Fransızların politik liderlerini nasıl seçtiklerini gördüklerinde şaşıracaktır.

İnanılmayacak kadar sakin geçen İngiliz seçimleri, herkese açık Hollanda seçimleri, Avustralya’daki tercihli oy sistemi, Japonya’da gruplar arasındaki alışverişi anlamaları ise kesinlikle mümkün değil. Görünüşte bu politika sistemlerinin hepsi birbirinden farklıdır. Hatta Sovyetler Birliği’ndeki ve Doğu Avrupa’daki tek partili “seçimler” kesinlikle anlaşılmazdır. Konu politikaya geldiğinde, endüstri toplumları arasında birbirine benzer iki ülke bile bulamazsınız.

Ama cehaletten kaynaklanan körlüğün etkisinden sıyrıldığımızda, onca farklılığın altında son derece benzer bir örgünün varlığını görürüz. Gerçek şu ki yakından bakıldığında, İkinci Dalga toplumlarının politika sistemleri aynı plandan doğmuş gibidir.

İkinci Dalga devrimcileri Fransa, Birleşik Devletler, Sovyetler Birliği, Japonya’da ve daha birçok ülkede Birinci Dalga seçkinlerini devirdiğinde, anayasa hazırlamak, yeni hükümetler kurmak, en temelden bazı politik kurumlar yaratmak zorunda kalmışlardı. Bu yaratıcı çalışmaların yarattığı heyecanla, kendilerini yeni fikirlerin, yeni kurumların tartışmalarına kaptırdılar. En çok tartıştıkları konu, temsilciliğin doğasıydı. Kim kimi temsil edecekti? Temsilcilere nasıl oy vereceklerini halk mı söylemeliydi; yoksa kendi yargılarını mı kullanmalıydılar? Temsilcilik dönemi uzun mu, kısa mı olacaktı? Partilerin rolü nasıl tanımlanacaktı?

Bu tartışma ve çatışmaların sonucunda, her ülkede belli bir politik yapı oluştu. Yakından bakıldığında fark edilen önemli bir nokta şuydu: Bu yapılar, Birinci Dalga’yı tanımlayan bazı inançlar ve endüstri çağının yeni fikirlerinin bir bileşimini yansıtıyordu.

Binyıllar süren tarımsal yaşam tarzından sonra, toprak yerine çalışma, sermaye, enerji ve hammadde terimleriyle düşünmek, İkinci Dalga politika sistemi kurucularına zor geliyordu. Toprak, daima yaşamın merkezinde bulunmuştu. Bu nokta dikkate alındığında, oy verme sistemlerimizin birçoğunda coğrafi değerlere önem verilmesi şaşırtıcı değildi. Birleşik Devletler’de senatörler ve kongre üyeleri İngiltere ve diğer birçok endüstrileşmiş ülkedeki karşılıkları belli bir sosyal sınıfı, mesleği ve etnik grubu değil, belli bir bölgede yaşayan insanları temsil ediyorlardı.
Birinci Dalga toplumlarında insanların tipik özelliği hareketsizlikti. Dolayısıyla, endüstri çağının politika sistem kurucularının başlangıçta insanların ömürleri boyunca aynı bölgede yaşayacaklarını varsayması kaçınılmazdı. Bunun sonucu olarak, bugün bile seçim denetlemelerinde ikamet şartları dikkate alınmaktadır.

Birinci Dalga’nın ritmi düşüktü. Haberleşme o kadar ilkel düzeydeydi ki Philadelphia’daki kongrenin gönderdiği bir mesajın New York’a bir hafta ulaşması kimseyi şaşırtmıyordu. George Washington’in verdiği bir nutuk, ancak haftalar, hatta aylar içinde ülkenin dört bir yanma dağılabiliyordu. 1865 yılında Lincoln’ün öldüğünü, Londra’dakiler on iki gün sonra öğrendiler.

Kimsenin söze dökmeye gerek duymadığı ama herkes tarafından benimsenmiş olan “her şey çok ağır hareket eder” düşüncesi yüzünden, Kongre veya İngiliz Parlamentosu gibi temsil kurumlan, düşünmek için yeterince zamanı olan ve bunun için acele etmeyen organlar gözüyle bakıldı.

Birinci Dalga toplumlarında insanların çoğu okuryazar değildi. Dolayısıyla, eğitim görmüş insanlar olduklarında, temsilcilerin seçmenlerden daha mantıklı ve tutarlı kararlar alabileceğine inanılmıştı.
Yine de, İkinci Dalga devrimcileri, Birinci Dalga inançlarını kurdukları yeni politik kurumlara kabul ederken, gözlerini gelecekten ayırmıyorlardı. Dolayısıyla, kurdukları yapı, dönemlerinin en son teknolojik kavramlarını da barındırıyordu.

Tılsımlar 10

Beyaz Adam

logo (1)

Büyük Emperyalizm’in kökleri, ekonomik olmaktan öteydi. Stratejik düşünceler, dini tutkular, idealizm ve maceracılık da tıpkı ırkçılık gibi önemli rol oynamıştı. Birçokları, emperyalist fetihleri ilahi bir sorumluluk olarak görüyordu. Kipling’in “Beyaz Adam’ın yükü” şeklindeki ifadesi, Avrupalı misyonerlerin Hıristiyanlık inancını ve “uygarlığı” yaymak konusundaki hevesliliklerini özetliyordu; tabii ki bu uygarlık, aslında İkinci Dalga uygarlığıydı. Sömürgeciler, ne kadar iyi biçimlenmiş ve ilerlemiş olursa olsun, Birinci Dalga toplumlarmı ilkel ve gelişmemiş olarak görüyordu. Özellikle koyu tenlilerse, kırsal kesim insanları çocuk gibiydiler. Hilekar ve ahlaksızdılar. Hayata değer vermiyorlardı. Tembeldiler.

Bu tutumlar, İkinci Dalga güçlerinin yollarına çıkanı katletmesini haklı çıkarmayı kolaylaştırıyordu.
John Ellis, The Social History of the Machine Gun (Makineli Tüfeğin Sosyal Tarihi) adlı ında, bu yeni, fantastik derecede ölümcül silahın, on dokuzuncu yüzyılda nasıl mükemmel hale getirildiğini, başlangıçta “yerli” halklara karşı sistematik bir şekilde nasıl kullanıldığını ve bu arada insanın kendi dengini öldürmesi centilmence olmadığı için AvrupalIlara karşı kullanılmasının nasıl yasaklandığını başarıyla gösteriyordu. Ama sömürgelerde yaşayan insanları öldürmek savaştan ziyade bir av gibi görüldüğünden, başka standartlar da belirlenmişti. Ellis
şöyle yazmıştı: “Matabeleleri, Dervişleri ve Tibetlileri katletmek, gerçek bir askeri operasyondan biraz daha riskli bir ‘atıcılık’ olarak görülüyordu.”

Nil Nehri üzerinde, Khartoum karşısındaki Omdurman’da, bu üstün teknoloji 1898 yılında etkisini çok çarpıcı bir olayla gösterdi; Mehdi’nin başını çektiği Derviş savaşçıları, altı Maxim makineli tüfek taşıyan İngiliz askerleri karşısında ağır yenilgiye uğradı. Görgü tanıklarından biri şöyle anlatıyordu: “Mehdi’nin en son ve en büyük günüydü… Bir savaş değil, kesinlikle bir katliamdı.” O çatışmada yirmi sekiz İngiliz ölürken, arkalarında on bir bin Derviş cesedi bıraktılar; diğer bir deyişle, her İngiliz 392 “düşman” öldürmüştü. Ellis şöyle devam ediyordu: “Bu, İngiliz ruhunun zaferinin ve beyaz adamın genel üstünlüğünün başka bir örneği oldu.” İngilizlerin, Fransızların, Almanların ve HollandalIların dünyaya yaydığı ırkçı, dini ve diğer türde propagandaların ardında, tek bir gerçek yatıyordu: İkinci Dalga uygarlığı, tek başına var olamazdı. Dışarıdan sağlanacak ucuz kaynaklara kesinlikle ihtiyacı vardı. Hepsinden öte, bu kaynakları akıtabileceği tek ve birleşmiş bir dünya pazarı gerekiyordu.

EMPERYALİST DÜRTÜ

logo (1)

Hiçbir uygarlık, çatışma olmadan yayılıp gelişemez. İkinci Dalga uygarlığı da kısa sürede Birinci Dalga dünyasına karşı geniş çaplı bir saldırı başlattı, zafer kazandı ve iradesini önce milyonlarca, zaman içinde de milyarlarca insana kabul ettirdi.

Elbette ki İkinci Dalga’dan çok önceleri, on altıncı yüzyıldan beri Avrupa’da krallar sömürge imparatorlukları kurmak için yarış haindeydiler. İspanyol rahipler, Fransız avcılar, HollandalI, Portekizli, İtalyan, İngiliz maceracılar, dünyanın dört bir yanma dağılmış, insanları esir almış, katletmiş, topraklar fethetmiş ve kendi ülkelerindeki krallara vergiler göndermeye başlamışlardı.

Ama daha sonra olacakların yanında, bütün bunlar devede kulak kalıyordu.

Bu ilk dönem maceracıların ve fatihlerin evlerine gönderdikleri hazineler, sonuçta özel ganimetlerdi. Savaşlar ve kişisel lüksler için para gücü sağlıyordu; soylular için kışlık saraylar, renkli, şatafatlı ve işten arınmış tembel bir yaşam tarzı. Ama sömürgeleştirilen ülkenin temelde kendi kendine yeten ekonomisiyle hâlâ pek fazla ilgisi yoktu.

Büyük oranda para sisteminin ve pazar ekonomisinin dışında kalan köylüler, güneşin kavurduğu İspanyol topraklarından İngiltere’nin sisli çayırlarına kadar sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamakla ilgileniyor, ülke dışına ihraç edilecek ürünler üretmedikleri gibi, bu kavramın ne anlama geldiğini bile bilmiyorlardı. Gerçek şu ki üretim, yerel ihtiyaçları karşılamaya bile ancak yetiyordu. Başka ülkelerden çalman ya da satın alman hammaddenin onlara bir etkisi yoktu. Yaşam onlar için o ya da bu şekilde akıp gidiyordu. Fethedilen denizaşırı ülkelerden gelen şeyler, köylerde yaşayan sıradan halktan ziyade, yönetici sınıfı ve şehirleri zenginleştiriyordu. Bu açıdan, Birinci Dalga süresince emperyalizm gülünç denebilecek bir seviyedeydi… henüz ekonomide bir yeri yoktu.

İkinci Dalga, görece küçük çaplı olan bu soygunculuğu dev boyutlara taşıyarak, görkemli bir harekete dönüştürdü.
Burada sadece birkaç sandık altın, zümrüt, baharat ve ipeği hedeflemekle yetinmeyen, yeni bir emperyalizm doğmuştu. Bu emperyalizmin gözü, gemiler dolusu nitrat, pamuk, hurma yağı, kalay, kauçuk, boksit ve tungstendeydi. Kongo’daki bakır madenleri, Arabistan’daki petrol kuyuları, bu emperyalizmin eseri olacaktı. Bu emperyalizmin anlayışı, sömürge ülkelerden kaba güçle hammadde alıp, ürettiği malları fahiş fiyatlarla sömürge ülkelere geri satmaktı. Diğer bir deyişle, endüstrileşmiş ülkenin ekonomik yapısının kıyısında kalmayan, milyonlarca sıradan işçinin ekonomik seviyesini belirgin şekilde etkileyecek bir emperyalizm söz konusuydu.

Üstelik konu sadece işler de değildi. Yeni hammaddelerin yanı sıra, Avrupa giderek daha fazla yiyeceğe de ihtiyaç duyuyordu. İkinci Dalga toplumları kırsal bölgelerde çalışan insanları fabrikalara ve şehir hayatına çekip endüstri yarışında ilerlerken, yiyeceğin büyük ünü dışarıdan almak zorunda kaldı; Hindistan, Çin, Afrika, Batı ve Orta Amerika’dan dana ve koyun eti, buğday, kahve, çay ve şeker getiriyordu.

Buna karşılık, kitlesel üretim artarken, yeni endüstriyel seçkinler de yatırımları için daha büyük ve yeni pazarlara ihtiyaç duymaya başladılar. 1880’lerde ve 1890’larda, Avrupalı devlet adamları amaçlarını hiç utanmadan açıklıyorlardı. İngiliz politikacı Joseph Chamberlain, “İmparatorluk ticarettir,” diyordu. Fransız başbakan Jules Ferry, daha da açık konuşuyordu: “Fransa’nın ihtiyacı olan şey, endüstrilerimiz, ihracatımız ve sermayemiz için yeni pazarlardır.” Patlamalar ve çöküntüler arasında gidip gelen, kronik işsizlikle boğuşan Avrupalı liderler, sömürge yayılımı durduğu takdirde işsizliğin kendi ülkelerinde silahlı devrimlere yol açacağı konusunda korkularını kuşaklar boyunca taşıdılar.

Sosyal Dalgalanmalar

logo (1)

Üçüncü Dalga’ya özgü sosyal hafıza, sadece saklanan bilginin miktarı açısından değil, niteliği açısından da farklı olacak. Diğer bir deyişle, hafızamıza “yaşam” katacağız.

İnsan beyninde kuşaktan kuşağa aktarılan sosyal hafıza, sürekli olarak eriyor, tazeleniyor, kıyaslanıyor, çeşitli şekillerde birleştirilerek değişime uğruyordu. Aktif, yani dinamikti. Neredeyse kelimenin gerçek anlamıyla canlıydı.

Endüstri uygarlığı sosyal hafızayı insan beyninin dışına çıkardığında, bu birikmiş veriler nesneleşti, kağıtlara, fotoğraflara ve filmlere döküldü. Ama bir veri parçası kağıt üzerine döküldüğünde, bir görüntü bir kez resimlendiğinde, gazete bir kez basıldığında pasifleşir ve statik hale gelir. Yeniden insan beynine sokulduklarında ise canlanır, kullanılır ve yeni biçimlere girer. Bu açıdan, İkinci Dalga uygarlığı sosyal hafızayı köklü bir şekilde genişletmekle birlikte, aynı zamanda da onu dondurdu.

Üçüncü Dalga enfosferine sıçrarken, tarih açısından asıl heyecan uyandıran şey onu yalnızca sosyal hafızayı genişletmesi değil, yeniden yaşama döndürmesidir. Bilgisayar biriktirdiği verileri bir işlemden geçirdiğinden, insanoğlunun geçmişinde daha önce benzeri görülmemiş bir olgu ortaya çıktı: Bilgisayar hem sosyal hafızanın kapasitesini artırdı hem de onu harekete geçirdi. Bu ikisi birleştiğinde bir itici güç oluştuğu kısa süre içinde anlaşılacak.

Bu yeni genişletilmiş sosyal hafızayı harekete geçirmek, yeni kültürel enerjilerin de salıverilmesini sağlayacak, çünkü bilgisayar sadece küçük parçalar halindeki verileri düzenlemekte ve bütünleştirmekte değil, imkan dahilindeki şeylerin sınırlarını da çok ötelere genişletecek. Bir lık ya da dosya dolabı, alışılagelmiş biçimde düşünmenin dışına çıkmak bir yana, hiçbir şekilde düşünme becerisine sahip değildir. Ama bilgisayarın “dü şünülemeyen ve bugüne dek düşünülememiş olanı düşünmesini” istemek mümkündür. Daha önce gerçek anlamda düşünülmesi veya hayal edilmesi mümkün olmayan türden yeni teorileri, fikirleri, ideolojileri, sanat görüşlerini, ekonomik ve politik yenilikleri, bilgisayar ortaya çıkarabilecek. Böylece tarihsel değişimi hızlandıracak ve Üçüncü Dalga uygarlığındaki toplumsal çeşitliliği artıracak.

Daha önceki tüm uygarlık aşamalarında, insanlar arasında iletişim araçlarını enfosfer sağlıyordu. Üçüncü Dalga, bu araçların çeşitliliğini, imkanlarını ve kapasitelerini artıracak. Ama bunun ötesinde, tarihte ilk kez makinenin makineyle haberleşmesine ve daha da şaşırtıcı olarak insanla zeka ortamı arasındaki haberleşmeyi mümkün kılan araçlara tanık olacağız. Biraz geri çekilerek resme daha geniş açıdan bakarsak, enfosfer devriminin de toplumun enerji temelindeki ve teknoloji düzenindeki devrim kadar üst düzeyde ve kapsamlı olduğunu görürüz.
Yeni bir uygarlık kurma çabaları, aynı anda birçok seviyede birbirleriyle yarışıyor.