Her Telden

Cömertlik perspektifi

En son şizofreni teşhisi konmuş, düzenli bir iş tutturamaz olmuştu. Hâlâ anne babasıyla yaşıyordu, ki bu da kendini daha da çaresiz ve yetersiz hissetmesine neden oluyordu. Yetenekliydi (birkaç şiiri yayınlanmıştı) ve insanlara yardım etmeyi seviyordu ama yine de bu dünyada hak ettiği yeri bulamıyordu. Ve şimdi depresyondan kurtulmak için hastaneye yatması gerekiyordu.

Hastanede kendinden daha da hasta, yaşlı bir adamla dostluk kurmuştu. Bir iki hafta içinde adamı güldürmeyi başarmıştı. Adamı çaresizlikten ve mutsuzluktan çekip alarak gündelik hayatın komik yanlarına dikkatini çekebildiğini fark etmişti. Birkaç ay sonra ikisi birlikte bir daireye taşındı ve ev arkadaşları olarak mutlu bir
hayat sürmeye başladılar. Hayat ikisinin de yüzüne gülmüştü nihayet.

Cömertlik perspektifini koruyarak ve her zaman uygulayarak birbirimizin yanmda olabilirsek, çevremizdeki dünyaya yaydığımız olumlu duygularla herkesin bilinç düzeyini yükseltebiliriz. Ancak kendimizi paylaşırken dürüst ve hakikatli olmamız gerekir. Kendimizi paylaşmamak için çekingenliği ya da zaman bulamamayı bahane edersek bu cömertliği de inkâr etmiş oluruz. Aldığımız hediyeleri ve kazandığımız yetenekleri kendimize saklamakla verici ve cömert olamayız. Yaratacağı sonuçlardan ve değişimlerden korkarsak verici olmaktan uzak düşeriz. Ne kadar süreceğini endişe edersek verici olamayız. Ebeveynlik kişinin kendini sürekli olarak çocuklarına adaması gereken bir etkinliktir. Aynı zamanda kendinden başka birinin gelişimi, mutluluğu ve sağlığı için kendini unutma tutumudur. Ebeveynler sadece çocuklarma bakmakla kalmazlar, gelecek için umut ve rehberlik de yaparlar.
Size verileni siz de vererek, ihtiyaç duyulanı sunarak ve kendinizden başkalarına elinizi uzatarak cömertliğin üç kısımlı çemberine dahil olmuş olursunuz. Verme yolunu emin adımlarla geçtikten sonra karşımıza çıkan yol bizi almanın yüceliğine götürecektir.

(Bu kitabı adadığımız insanlardan biri, sözünü ettiğimiz konulara ilham vermekle kalmayıp özellikle alma sanatında cömertliğin en iyi örneklerini de sergilemiştir. Lewis Vardey bir koca, bir baba, bir ressam ve müzisyen olarak çok insana pek çok şey vermiştir. Ama onun asıl büyüklüğü, kıymet bilip tadını çıkarmasmday dı. Caz müziğe aşık olan Lewis bu sevgisini ailesine ve yakınlarına da aşılamaktan uzak durmamıştı. O her bir notayı hazine sayardı. Onun için her doğaçlama Duke’un, Count’m, Louis’ in sundukları neşe ve sürprizlere birer davetti. Lewis çoğumuzun kaçırdığı sesleri ve notaların arasındaki gizemli sessizlikleri duyabiliyordu. Ve müziği öyle bir zevk ve hevesle dinler ve a lırdı ki, yanındakiler de dayanamayıp ona eşlik ederdi.

Lewis müzik de yapıyordu. Piyano, gitar ve saksafonu birleştirip kasetlere kaydederdi. İşçi sınıfından gelme biri olmasına rağmen çok şey almış, çok şey de vermişti. Lewis hayatım reklam tasarımcısı olarak kazanıyordu. Rea ders Digest’te çalışırken, büyük boy ilanları küçültüp magazin formatma indirmekte ustalaş mıştı. Buradaki ustalık basitçe ufaltmak değil, yaratıcı fikrin özünü alıp istenen çerçeve içinde mesajı kuvvetlendirerek vermekti. Başka insanların fikirleriyle birlikte yaşamak için tevazu, konseptin bütünlüğünü kaybetmeden kesip yapıştırmak için de cesaret gerekiyordu. Ancak Le wis yaptığı işlerde mesajın ruhuna, bakış açısma ve sanatsal çabaya duyarlı ve saygılı olunabileceğini ispatlıyordu. Cazda da aynı cömert doğaçlamayı sergiliyordu baslan öne çıkarıyor, tempo
yu yükseltiyor, davulun ritmine kendini kaptırarak üflemelilere hayat veriyordu. Hayatın karşısına çıkardığı her şeye iyimser yaklaşmış, hayatın saçmalıklarında mizahi bir yan bulmuş ve kendisini gülümseten şeyleri başkalarına da aktarmayı görev bilmişti hep.

İnsanlar kendilerini paylaşmaya can atarlar

İnsanlar kendilerini ve yaratıcılıklarını paylaşmaya can atarlar. On yedinci yüzyıldan kalma, yazarı bilinmeyen bir duada, beklenmedik yerlerde ve insanlarda cevheri görme yeteneği vermesi için yakarılıyor Tanrıya. Bunun i çin başkalarıyla işbirliği yapmamız gerekiyor; sadece kendimizi vermekle kalmayıp toplumu muzda, ailemizde ve işyerimizdeki diğer insanların armağanlarını da almalıyız. Hedefler ve a maçlar ne olursa olsun bir grubun iyi niyeti, yapıcı ve yaratıcı bir şekilde kendimizden vermek kadar başkalarından almaya da bağlıdır. İş hayatında çoğu zaman takımlar halinde çalışmak zorunda kalırız. Zamanımızı, ilgimizi ya da yaratıcılığımızı sunduğumuzda bunun görmezden gelinmesi ya da hepten dışlanması bizde büyük bir hayal kırıklığı ve yabancılaşma duygusu u
yandırır. Yaptığımız katkının görülmesi, duyulması ve hoş karşılanmasıdır cömert ve üretken olan. Başkalan bizden aldığında kendimizi yükselmiş hissederiz. Aynı şekilde biz de almaya açık olursak karşı tarafta güven uyandırırız.

Lewis sanat sevgisi ve de Reader ’s Dige st ‘teki sanat yönetmenliğinin sonucu olarak iyi de bir eleştirmen sayılırdı. Neyin işe yarayıp neyin yaramayacağını hemen anlayabiliyordu. Bir sanatçı olarak gösterilen gayreti takdir etmesini bilirdi her şeyden önce. Yaratıcı konseptlerin kırılganlığını bilir, başkalarının yaratıcılığını sergilemeyi görev addederdi. Onun ilk tepkisi bir fikri yerden yere vurmak yerine, beklenmedik noktalardaki gizli hâzineleri takdir etmek olmuştu her zaman. Neyin iyi olmadığını söyle mektense fikirlerle oynayıp başlangıçtaki ilhamın özünü yansıtmayı tercih ederdi. Başkalarının sanatları ve yaratıcılıkları üzerinde çalışırken eleştirmenliğin rolü ve sağlayabileceği imkânlar üzerinde de kafa yorardı.

Olanı ve olmayanı görmek için dürüstlük esastır. Aynı şekilde fikrin bağlamı dahilindeki yaratıcı çabayı tespit etmek ve sanatın vaat ettiklerini yapıcı şekilde ortaya koymak için doğru bir yargı değerlendirmesi gerekir. Lewis’in de bize öğrettiği üzere, eleştirinin niteliği, ne kadar almak istediğimize bağlıdır. Çoğu zaman eleştiri vermenin bir parçası olarak uygulanır. Ancak vermek kadar almak da olmadığı zaman eleştiri zoraki bir mahiyet kazanır. Bir yazar dostumuz bir keresinde ulusal bir derginin eleştirmeni tarafından bombardımana tutulmuştu. Yazarın yaymcısı ve diğer eleştirmenler adamın neden böyle zehir saçtığma bir türlü anlam veremiyordu. Ancak sonra anlaşıldı ki, o eleştirmen aynı konuda kendisi de bir kitap yazmayı planlıyordu ama meseleye farklı bir açıdan yaklaşmaya kararlıydı. Sonradan bu önyargısının yazdığı eleştiriye gölge düşürdüğünü kendi de kabul etti. Kendi vereceklerine takılıp kaldığı için kitabın sunduklarını alamamıştı.

Çoğumuz gibi Lewis’in de kusurları ve tuhaflıkları vardı. Londra’nın zorluklarla dolu sokaklarından gelme biri olarak takıntı derecesinde şüpheci olabiliyordu Lewis. Evine sağlam bir güvenlik sistemi kurmuştu kendi elleriyle. Manhattan’da dolaşırken potansiyel hırsızlan atlatmak için sahte kredi kartlan ve fotokopi parayla dolu ikinci bir cüzdan taşıyordu yanında. Evi ya da kendisi hiç soyulmamış olan bu olağanüstü cömert adamın, kazandıklarının elinden alınmasından bu kadar çok korkuyor olması gariptir. Cömert olmamız kusursuz olduğumuz anlamına gelmez elbette; ancak eylemlerimiz ölümlü ve kusurlu hayatımızın çok ötesinde ilham verir, dönüştürür üretir.

Lewis’in pek çok yeteneği arasında en dikkat çekenlerden biri de suluboya resim merakıydı. Dünyanın dört bir yanından manzaralar çizmişti. Bazılan olağanüstü güzeldir. Çoğunlukla gölge ve ışığın detayları sergileyişi görmeye değerdir. Eleştirel ve ticari değerinden öte, Lewis’in fırça darbeleriyle alıp kaydettiği şey sanatm ta kendisiydi. Ufukta bir ormana bakarken çocuklanna daha dikkatli bakmalannı, normalde yeşil olması gerekenin aslında yeşil değil siyah olduğunu görmelerini isterdi. Kışın çırılçıplak kalmış bir ağacın yazın yemyeşil
yapraklı halinden daha görkemli olabileceğini düşünürdü.Resim, müzik, sinema, tiyatro, dans, edebiyat veya mimari gibi sanatsal ifade formlarında yaratıcının cömertliği, verileni nasıl aldığına bağlıdır. Almaya hazır olduğumuz sürece her şeyi yeni baştan görüp daha çok takdir edebilir, nasıl olsa böyleler diyerek, oldukları gibi kabul etmekten uzak durabiliriz.

Lewis yaratıcılığın cömertlik olduğunu öğretti bize. Bir müzik parçası bizi derinden etkilediğinde, bir tablonun karşısında hayretlere düştüğümüzde, kendimizi bir filme kaptınp gittiğimizde sanatçıların cömertliğini alıyor oluruz aslında. Vizyonları yüreğimize dokunur; t rajedileri ruhumuzu arındırır; ustalıkları hayranlığımızı uyandırır; soruları yeni cevaplar bulmaya teşvik eder bizi. Verenle alan arasında bir akış, sözcüklere sığmayacak bir iletişim kurulur. Estetik süreçte bir alışveriş söz konusu olsa bile sanatçının hediyesinin anlaşılmasının garantisi yoktur. Hepimiz sanatı kendi deneyimlerimiz ve yargılarımızla yorumlarız. Böylece sanatla kendimizce iletişim kurar, ihtiyacimiz olanı alırız.

Sürekli mutsuzluğun sebepleri

About Schmidt (Schmidt Hakkında) Jack Nicholson’m oynadığı, emekli olduktan sonra hayatın anlamını da kaybeden başarılı bir satıcının öyküsünün anlatıldığı bir film. Karısı aniden ölünce adam iyice içine kapanıyor ve kurduğu toplumsal ilişkilerde bocalamaya başlıyor. Bir gün yine kanepede pineklerken televizyonda yetim Afrikalı çocuklara para yardımı yapılmasını isteyen tanıtıcı reklamlardan birini görüyor. Hemen o anda bir duygu seline kapılıyor ve bu ilana cevap vermeye karar veriyor. “Evlat edindiği” çocuğa para gönderiyor; sonradan çocuktan da mektuplar almaya başlıyor. Bu iletişim Schmidt’in anlam hissini de geri getiriyor: artık kendini daha iyi hissediyor, bir çocuğu yoksulluktan kurtarmakta anlam bulup kendini yeniden önemli bir insan olarak görmeye başlıyor. Eleştirmenler filmde kişisel bir aydınlanma anlatıldığından dem vuruyorlardı. Ancak daha keskin bakışlı bir göz, öykünün altında yatan ironiyi de kaçırmayacaktır: aslında iki taraftan en muhtaç olan Schmidt’in ta kendisiydi.

Uzaktan yapılan cömertliğin de bir fedakârlık olduğuna şüphe yok, ama aslında meselenin Schmidt’le ilgisi olmadığı fikri filmde ele alınmamış. Schmidt vererek ihtiyacını karşılamış oluyordu ancak bu alışverişin market alışverişinden farkı çok da güçlü değildir. Bir yere kadar bir iletişim de kurulmuş olabilir ama bunun veren ve alan için üretken bir ilişki olduğunu iddia etmek güç. Afrika’ya gidip o çocuğu görse, içindeki değişme cesareti de güçlenecek, içine kapanıklığından kurtulacak, o çocuk açısından da vermek, almak ve dağıtmanın çemberi daha da genişleyecekti. Schmidt komşularını da ikna edip bir okulun ya da köyün ihtiyaçlarını üstlenebilir, sokağmdakileri organize ederek mahalledeki muhtaç bir aileye yardımcı olabilirdi. Schmidt’in parasının işe yaradığına hiç şüphe yok, ancak bu şekilde kendinden pek de bir şey vermiş olmuyor, üstelik çok daha fazla insana hayat verme firsatım tepmiş oluyordu.

Vermenin kendilerinden çok başkalarına yönelik olduğunu bilenler, beklenmedik zamanlarda verir ve karşılığında çok daha fazlasını alacaklarım iyi bilirler. Ve de oturma odalarının güvenli rahatından uzaklaşarak, yürekten verdikleri için, istediklerinden ve hayal edebileceklerinden çok daha fazlasını alırlar. Gerçek cömertliğin en büyük sınavlarından biri de ilişkilere katılımda ve gereken bedeli ödemekte görülür.

Afrika’daki misyoner bir örgütte çalışan genç bir kadın tanıyoruz. Orada yapmak istediği pek çok şey var: fakir köylerde kuyular açıyor, hasta ve aç çocuklara yardım ediyor, toplulukların diğer pek çok ihtiyaçlarıyla ilgileniyor; üstelik bütün bunlar için para toplaması da gerekiyor. Bir görevi de hayırseverlerden, çok fazla olmasa da düzenli olarak gelen bu paranın nerelere harcandığını rapor etmek. Bu belki de, hayırseverlerin beklentileriyle yarattığı baskı yüzünden işinin en zor kısmı. Ufak miktarlarda bağış yapanlar bile, aldatılmadıklannı bilmek için gelişmeleri öğrenmek istiyorlar. Güvenilirlik çok önemli elbette, ancak şüphe ve talepler alınandan çok verilene odaklandığı zaman belli sınırlar da aşılmış oluyor. Bu misyoner kadın, işi gereği inanılmaz tehlikelere atılmasına rağmen bağış yapanlann sürekli baskısından kurtulamıyor. Yalnızca paranın nerelere harcandığma değil, aldığı azıcık maaşa bile göz koyulacak neredeyse. Bu tarz bağışlar, sunduğu imkânlardan çok verdiği paranın getirisiyle ilgilenen kişilerden geliyor. Schmidt gibi, bu insanlar da gidip yapılan işleri kendi gözleriyle görmüyor, misyonerin zorlu görevine bir katkıda bulunmuyorlar. Tam tersine bu genç kadının yılda bir kez gelip bu insanların çay partilerine katılması ve desteklerini yeniden kazanması gerekiyor.

Bu koşullu verme eylemi sanıldığından daha yaygın aslında. Çeşitli kampanyalara katkıda bulunan insanlar paralarının nereye gittiğini ve nasıl harcandığını öğrenmek istiyor. Amacın yerine geldiğine şüphe yok, ancak verilenin ö zünde yatan şüphe inşam düşündürüyor. Bu tarz bir yaklaşım çoğu zaman verme anının büyüsünü bozuyor ve yaratılabilecek pek çok imkânı da köreltiyor. Örneğin sokakta gezerken, uyuşturucu bağımlısı ya da alkolik birine para verip vermeme konusunda bizler de kararsızlık duyarız. Böyle yaparak ateşe benzin dökmüş olmuyor muyuz? Oysa kendimize asıl sormamız gereken, verdiklerimizi neden bu kadar kontrol etmek istediğimiz olmalı. Neden paramızın ya da armağanlarımızın, bizce en doğru olduğunu düşündüğümüz bir amaç için kullanıldığım bilmek istiyoruz? Bu yaptığımız vermek mi, yoksa yargılamak mı? Hepsinden önemlisi, ihtiyaç sahibi bir insana yardım etmeyerek cömert olduğumuzu iddia edebilir miyiz?

Verilen armağana ne olduğu veren kişiyi kaygılandırmamalıdır. Verirkenki tek kaygımız bunu yürekten yapıp yapmadığımız olmalı. Bir dostumuz sokakta kime para vereceğimize karar vermeden önce o kişinin gözlerine bakmak gerektiğini söylemişti. O anda insanca bir bağ kurulursa bunu daha da ileri götürüp o kişinin adını sorabilirsiniz. Böylece bu eylem sadece sadaka vermeyi aşarak ilişki kurma, insanca konuşup görüşme seviyesine çıkabilir. Vermek ve almak sırasında göz göze gelinen bu anlar hayatımızı zenginleştiren deneyimlerdir. Veren kişi birkaç bozukluk vermenin getirdiği tatminden çok fazlasını alırken, alan kişi de aynı zamanda görüldüğünü, duyulduğunu ve kabul gördüğünü hissedecektir. Bu şartlar altında para vermenin haysiyetli yanlarından biri de, paranın bir kişinin elinden çıkıp diğerinin eline geçtiği andan sonra artık verene değil alana ait olduğunu bilmektir. Bu, vermenin en önemli derslerinden biridir.

Bililerine bir şeyler vermeye karar verdiğinizde aslında sizin olan bir şeyi veriyor değilsiniz. Para ya da zaman size ait değil. Bu ikisi de o anda, kendi dairesel ekonomileri gereği sizin elinizde bulunmakta, hepsi bu. Kimi zaman hayat kolay ve uyumlu geçerken, kimi zaman zorluklarla boğuşup günü kurtarmaya çalıştığımız olur. Bizden daha az parası olanla paramızı, genelde bizden daha çok zamanı olanla da zamanımızı paylaşıyoruz. Böyle bir anda yapılan eylemin herhangi bir koşulu olamaz. Uzun vadeli verme eylemlerinde ise hayatım başkalarına adamış insanlara yardım etmek gibi bu kişilerin verileni en iyi şekilde değerlendireceğine yönelik üretken bir güven duygusu tesis edilmelidir. Bir şeyler verdiğiniz kişilere güvenmiyorsanız gerçekte ne verdiğinizi kendinize sormakta fayda vardır. Kontrolü bu kadar sıkı tutma ihtiyacının altında ne yatıyor? Şayet bu emin olamamak ise biraz araştırma yapılır, söz konusu kişilerle görüşülür, çalışmaların yapıldığı yerlere gidilebilir. Sezgileriniz karşınızdaki kişilere karşı sizi uyarıyorsa dikkatli olmamzda fayda vardır elbette. Ancak hâlâ emin olamıyorsanız, en iyisi emin olana kadar beklemektir. Burada amaç verme eylemini kendimizden sıyırıp başkalarına iletebilmektir.

Depresyon nasıl anlaşılır?

Bir Cumartesi sabahı erkenden dışarı çıkmış, bir gazete alıp kahve içmek için yer bakmıyordu. Bu, düzenli olarak yaptığı bir şeydi. Hep aynı zamanda aynı yerlerden geçiyordu. Caddede yürürken ileride bir kapı ağzmda flüt çalan bir adam gördü. Onu daha önce görmemişti. Adama doğru yürürken içinden bir ses ona yirmi dolar vermesini söylüyordu. Adamın yanma geldiğinde para atacağı bir kutu olmadığını fark etti. Göz göze geldiler adamla. Yüzünün güzelliğine, gülümseyişine hayran kalmıştı. Sanki i kisi de neler olacağını biliyor gibiydiler. Yirmi doları uzattığında flütçü parayı alıp gömlek cebine koydu. Adamın koyu renkli gözleri büyüleyiciydi. Bir an durdu, ama söyleyeceği ya da yapacağı başka bir şey kalmadığını hissetmişti. Başıyla selam verip yoluna devam etti.
Dönüş yolunda gözleri o adamı aradı. Sırf onunla karşılaşabilmek için caddenin o tarafından yürümüştü. Ama adam yoktu ortalıkta. Ondan kalan tek şey, aynı kapının eşiğine bırakılmış yirmi dolardı. Bir an duraksadı orada bırakıp gitmiş olamazdı. Belki de alıp başka birine vermeliydi. Etrafına bakınınca kartondan yapılmış bir sığınağın içinde battaniyeye sarınmış yatmakta olan genç bir adam gördü. Önündeki bir kâğıdın üzerinde AIDS hastası olduğu yazıyordu. Parayı boş kaba bıraktı. Adam uyuyordu, uyanmadı. Gerekeni yapmıştı.

Günümüzde yaygın olan, ancak cömertliği baltalayan bir uygulama da vergi indirimidir. Günümüz toplumlarında karşılığında bir şey alınmayacak olsa vermek diye de bir şey kalmayacaktı herhalde. Oysa koşulsuz cömertliğin anlamı da budur. Verirken karşılığında vergi indirim makbuzu istemekte yanlış bir şey yok elbette, ama bu eylem bir yanıyla cömertlikten uzak kalmaktadır. Bu tarz bir hayırseverlikte tanınmak da ödüllerden biridir ama vermekle satın almak arasındaki farkın iyi bilinmesi gerekmektedir. Kökeninde merhamet veya şefkat olmayan bir verme eylemi cömertliği ikinci plana itebilir. Aynı şekilde beklentilerin yüksek olduğu bir verme eyleminde cesaret ve tevazu yok denecek kadar azdır.

Burada reklam kampanyalanna dönüştürülen hayırseverliklerin yarattığı katkıyı göz ardı etmeye niyetimiz yok. Bu tarz bağışlardan da güzel şeyler çıkabilmektedir. Bizim özellikle ü zerinde durduğumuz nokta bunu cömertlikle karıştırmamaktır. Ünlülerin, Live Aid’de olduğu gibi, desteklemeyi seçtikleri bir kampanyaya dikkat çekmek için statülerini kullanmalarında yanlış bir şey yok. Bizler seyirci olarak kampanyaya katkıda bulunur, karşılığında da konseri alırız. Asıl sorulması gereken şudur: peki sonra ne olacak? Bir dahaki sefere vermek için ne yapmamız gerekecek? İhtiyacın kendisi yeterli değil mi? Yoksulluğun ciddiyetini kavrayıp vicdanımızı sızlatması için ille de pop yıldızlarına ihtiyacımız mı var? Sonuçta herkes kendini iyi hissediyor ama değişen bir şey oluyor mu? Tarih gösteriyor ki, değişen bir şey olmuyor. En çok ihtiyaç sahibi insanlar bu kampanyaların yakınından bile geçemiyor. Normalde gündelik hayatta duyarlılık göstermemiz gereken ihtiyaçları fark etmemiz için pop yıldızlarına başvuruyorsak burada insanı umutsuzluğa düşüren bir mesele var demektir. Verme isteğimiz sahne ışıklan karardıktan sonra da devam edecek mi?

Pek çoğunda olduğu gibi bizim kültürümüzde de vermek, insanlara önemli olanı hatırlatan ve yakınlanndakini onurlandıran bir ritüel şeklini almaktadır. Ancak çoğu zaman bu ritüel kitlesel bir satış kampanyasına dönüşmekten kurtulamamaktadır. Vermek adına stres ve yorgunluk yaşandığında, cömertlik de çelişkilerle dolu bir yük haline gelmektedir. Hakiki cömertliğin vaat ettiği üretken ilişkiler böyle ortamlarda gerçekleşemez. Aynı şekilde, doğum günlerinde, yıldönümlerinde, Noel gibi özel günlerde hediyeler, kartlar, çiçekler vermek de kolaylıkla koşullu cömertlik kategorisine girebilir. Çoğu insan her zaman vermiş olduğu için, kendisinden beklenen bu olduğu için ya da kendilerini borçlu hissettikleri için vermeye devam etmektedir. Bu alışıldık süreçte yanlış bir şey yok elbette; ancak asıl tehlike, birisine duyduğunuz sevgi ve saygıyı göstermek için vermek isteğinizin yok olma tehlikesidir. Sevgi bizi vermede yaratıcı olmaya, başkalarının ihtiyaçlan üzerinde kafa yormaya ve alıcıyla ilişki kurmaya teşvik eder.

Çoğumuz bir kez olsun tuhaf bir hediye almışızdır. Böyle zamanlarda verenin bizi ne kadar görebildiğini, ihtiyaçlarımızın ne kadar farkına varabildiğini düşünmeden edemeyiz. Bu tuhaf hediyeler genelde alanın değil, verenin isteklerini yansıtır. Hepimiz hoşlanmadığımız bazı hediyeleri elden çıkarmış ya da alelacele zoraki hediyeler alıp vermişizdir. Hiçbir zaman kullanmayacağımız hediyeler almanın sorumluluğu altında ezildiğimiz olmuştur.

Öte yandan hiç beklemediğimiz zamanlarda aldığımız basit sürprizlerle derinden sarsıldığımız da olmuştur. Bize değer veren bir kişinin bizim için zaman ayırması bir şiir, dua ya da güzel bir çift söz gibi yaratıcı eylemlerle ortaya çıkmakta, bu da hoşumuza gitmektedir. Birkaç yıl önce Noel’de önemli bir amaç için para yardımında bulunmaya karar vermiştik. Desteklemek istediğimiz bu amacı belirten bir kart yazıp zarfları Noel ağacının altına bıraktık. Böylece hediye alıp, paket yapıp bir de süslemekle uğraşmak zorunda kalmamıştık.

Yapacağımız bu iyiliğe kendimizi o kadar kaptırmıştık ki diğer aile üyelerinin, özellikle de küçüklerin yüzündeki hayal kırıklığını fark edememiştik. Belki de doğru olanı yapmıştık ama hiç de cömertçe olmamıştı bu; çünkü ken
dimize biçtiğimiz bu perspektif, çevremizdeki insanlarda özel bir hediye almanın yaratacağı neşe ve heyecanı köreltmişti. Kendi verme eylemimize takılıp kalınca başkalarının ne istediğini hesaba katmamıştık. Noel’i özel kılmaya çalışırken eğlenceyi es geçmiştik kısacası. Tıpkı Schmidt’te olduğu gibi vereni değil sadece kendimizi düşünüyorduk. Artık dersimizi aldık; ailemizin her bir ferdinin, eş dostun ihtiyaçlarım tek tek düşünüyoruz artık. Hediye alırken aşırıya kaçmıyoruz. Desteklemek istediğimiz amaçlara desteğimizi veriyoruz hâlâ; ama fazla gürültü çıkarmadan ve de insanların diğer ihtiyaçlarını unutmadan yapıyoruz bunu. Eğer biri için bir başkasını feda etmeden, yani denge erdeminin ruhunu kaybetmeden cömertlik yapabilirsek hem kişilere hem de amaçlara katkıda bulunabiliriz.

Beyin gücü ile mutlu olma sanatı

Yürekten gelen bir çift söz ve otel masrafının çok üstünde bir miktarda para. Bunu kabul edemezlerdi fazlasıyla cömertti ama parayı, geri verecek olsalar dostlarını kırabilirlerdi. Hem bu parayla gecikmiş borçlannı da kapatabilirlerdi. Nasıl da beklenmedik bir hediyeydi. Bir hafta kadar sonra işsiz kalmış dul bir annenin ocağa ihtiyacı olduğunu duydular. Ona aldıkları ocaktan sonra ellerinde fazla bir şey kalmamıştı. Bu cömertliklerine kadın da inanamamış, bunun üzerine onlar da başlarına gelenleri anlatmışlardı. Sonradan işsiz dostlannm bir iş bulduğunu öğrenince bunu ona da anlattılar. Cömertlik çemberi tamamlanmıştı işte.

Anima grubunun uygulamaya koymaya çalıştıktan üçüncü bir alışkanlık da cömertlikte erken davranmaktı. Bunun sonucu olarak hem konuşmacı altmış kişiye, hem de bilet alıp konferansa katılan yüzlerce insana yakın ilgi gösterdiler. Bu hizmetlerinde Assisi’li St. Francis’ in “anlaşmak için fazla anlamaya gerek duyulmaması gerektiğini” tavsiye eden görüşünü benimsediler. Organizasyon ekibi kendilerini bütün bu insanlann yerine koymaya çalıştı. Önceliklerin belirlenmesinde empati temel kriter olmuştu. Konuşmacılar zamanlannı ve bilgilerini vermenin karşılığında her türlü rahatlık, ilgi, mahremiyet, onur ve saygıyı alacaklardı. Burada ev sahibi olarak yaptıklan, sunulan hediyeleri dağıtmaktan başka bir şey değildi aslında.

Dağıtım ilkelerine uygun olduğu düşünülen beşinci bir uygulama da para akışı meselesiyle ilgiliydi. Organizatörler başlangıç için bir miktar para ödünç almak zorunda kalmışlardı. Bilet satışı başladığında da katılmak isteyen pek çok insan bunun için yeterli parayı bulamamıştı. Vermek, almak ve dağıtmak ruhuna uyarak ihtiyacı olanların güçleri yettiğince vermesi, daha fazlasına gücü yetenlerin de daha fazla vererek aradaki farkı kapatması istendi. Fazlalık eksikleri gidermede kullanılmış olduböylece: ihtiyacı olanlar istediklerini aldı, fazlasını verebilenler de konferansın ruhuna bu şekilde katılmış oldular. Bu sayede hem kimsenin haysiyetiyle oy nanmamıştı, hem de konferans başlamadan çok önce birlik olma ruhu oluşturulmuştu.

sayesinde hem ressamların tablolarını sergilemelerini sağladı hem de satıştan alman ufak bir kısmın diğer projelerde kullanılmana önayak oldu.

Mutluluğa açılan kapı cömertlik

Dairesel ekonomiyle ilgili bu deneyde ikinci girişim takdir konusunda olmuştu. Grup en cömert iki ifadeden biri olan “teşekkür ederim”i seçerek her bir üyeye yaptıkları için teşekkür etmeye girişti. Aralarından biri özel hayatını tehlikeye atıp rahatsız edici bir gerçeği itiraf ettiğinde grubun geri kalanı böyle değerli bir şeyi paylaştığı için teşekkür ediyordu ona. Dolayısıyla gruptaki herkes konuşmanın derinleşmesine teşvik ediliyor, diğer üretken imkânların da serbest kalması sağlanıyordu böylece. Mantık dünyasında gerçek bir noktayı vurgulamak ya da bir tartışmayı kazanmak için çekiç güç olarak kullanılır. İlişkiler çemberinde ise diğerlerini özgür kılan bir armağandır gerçek.

Üçüncü reform ise dairesel semboller ve kucaklayan bir dil seçimi üzerineydi. Eski moda hiyerarşiler ve rekabetçi alışkanlıklardan kaçınmak için savaş ve kavgayla ilgili bütün sözcükler ayıklanıp yerlerine yeni alternatifler a raştınldı. Dilimize geçmiş onca sözcüğü ayıklamak gerçekten zorlu bir işti ancak yeni sözcükler araştırmak, dağıtmanın bir parçası sayıldığı için önemle üzerinde duruldu. Diğer bir zorlu görev de birlik için gerekli bağışların toplanması meselesiydi. Grup bu bağış toplama sürecini ağacın içindeki halkalara benzeterek yeniden tanımlamaya çalıştı. İki yıl süren yoğun planlama aşamasından sonra, bu organik gelişim örneğiyle de birlikte artık bilinçli olarak büyümeye başlayabilirlerdi.

Adam, yaşlı çiftin yaşadığı şehirde iş arıyordu. Zor bir dönemden geçiyordu. Hayat son zamanlarda yaşlı çiftin yüzüne de gülmüyordu aslında. Ne kadar kemer sıkmak zorunda kalsalar da Noel gelip çatmış, çocuklar ye torunlar eve doluşmuştu. Aslında yemek hazırlayıp insanları ağırlamaktan yorulmuşlardı, ama o özel bir dostlarıydı ve yeri her zaman başköşedeydi.

Mutluluğun gizli anahtarı

En yakın arkadaşının oğlu evleniyordu ve o da düğünde yardım edeceğine söz vermişti. Zaten organizasyon yeteneği kuvvetli olduğu için en can sıkıcı işleri üstlenip aileye rahat bir nefes aldırmanın güzel olacağını düşünmüştü. Bu da bir çeşit hediye olacaktı onlara.

Bir konuk gibi değil hizmetlilerden biriymiş gibi girişti işe. İçeriden biri olduğu için arka tarafta çalışanların her sıkıntısında başvurduğu kişi olmuştu. Uzatma kablosu bulamayan müzisyenler ona geliyordu. Servis şirketleriyle o ilgileniyordu. Düğünden önce oturma düzenini kurmak için bizzat sandalyeleri, masaları bile kaldırıp indirmişti. Bir sıkıntıları olduğunda garsonlara yardım ediyor, yemekten sonra masaları temizliyordu.
Şerefe kadeh kaldırılırken onu unutmuşlardı. Eş dostla birlikte çekilen resimlerde onu ça ğırmamışlardı. “Öyle olsun, zararı yok,” diye düşünmüştü düğünden sonra insanlar evlerine dağılırken. Ancak aradan aylar geçmesine rağmen kimseden bir teşekkür duymayınca bu hediyesinin hiçbir değeri olmadığını, daha doğrusu, kendisinin ve dostluğunun önemli olmadığını hissetmişti.

Zor ve acılı zamanlarda minnet duygulan ihtiyaçlardan çok önce solmaktadır. Bazen sahip olduklarınızla istedikleriniz aynı şeyler olmadığı için, hisleriniz şükrandan çok huzursuzluk ve kırgınlıkla dolu olacaktır. Böyle sıkıntılı zamanlarda önemli olan yüreğinizi ferah tutmak, mümkün olanı göz ardı etmeden ihtiyaçlarınızı ve umutlarınızı yeniden değerlendirmektir. Minnet, insan olarak vazgeçilmez bir parçamız olan acı ve kederi silip götürememektedir belki; ancak çekilen acılara kendi varoluşumuzun üstünde anlamlar katarak daha kolay katlanabilir hale getirmektedir. Başkalanna karşı cömertliklerinin bir göstergesi olarak kendi hayatlann dan vazgeçebilen kahramanların her zaman var olduğunu görüyoruz. Sırf kendileri için değil, herkes için umut ve kurtuluş isteyen insanlarhâlâ var.

Bir arkadaşımıza, göğüs kanseriyle mücadele içinde geçen yılların sonunda birkaç aylık ömrü kaldığı söylenmişti. Doktorlar son günlerini gözetim altında geçirmesini tavsiye etmişti ama o bu sözlerin hiçbirine kulak asmadı. Evine dönüp kendini kocasının ve oğullarının bakımına bıraktı. Bunun onlar için zor olacağını biliyordu ama özellikle oğullarının bu deneyimi de yaşamalarını istiyordu. Oturup taziyeleri bekleyeceği yerde arkadaşları arasında bir dikiş grubu organize etti; Sri Lanka’daki yoksullara göndermek üzere toplayacakları bozuk paraların koyulacağı torbalar diktiler hep birlikte. Başkalarına yardım ederek geçen bir ömrün ardından, aynı şeyi sevdiği insanların da devam ettireceğini bilmenin verdiği bir huzurla, yüzünde o bildik gülümsemeyle öldü. Böyle bir cömertlik, kayıpların ve kederlerin sürekli bir durum değil bir geçiş olduğunu gösterir bize.
“Özür dilerim” de “teşekkür ederim”le akrabadır aslında. Hepimiz hata yapanz. Ve insan olarak eksiklerimizin ve kusurlarımızın acısını çekeriz. Vicdanımızın sızladığı anlarda, zaman huzursuz edici bir gerçeği ortaya çıkardığında unutulan, hor görülen cömertlikler için pişmanlık duyarız. “Özür dilerim” bilinçsizliğimizin ve bencilliğimizin yarattığı uçurumların üzerine bir köprü olup birbirimize ne kadar borçlu olduğumuzu hatırlatır. “Teşekkür ederim” nasıl ki bir hediyenin kabul edilmesini ifade ediyorsa, “özür dilerim” de aramızdaki bir uçurumun fark edildiğinin ifadesidir. Her iki duyguda da vermek ve almak vardır. “Özür dilerim” dediğinizde karşınızdakini, affetmeye davet edersiniz. “Affetmek” bozulmuş bir ilişkinin, karşılık beklenmeden tamirine önayak olur. Bu da her haliyle bir lütufîtur aslında. Birini affettiğimizde, aslında hepimizin kusurlu olduğunu, her zaman haklı olamayacağımızı kabul etmiş oluruz.

Evlilik hayatında mutluluk

Dürüst bir özür risklidir. “Özür dilerim”, yanılmış olmanın sorumluluğunu her yönüyle kabullenen bir sürecin başlangıcıdır. Kabahati işleyenin kendini bir yana koyup işin aslını görmesi ve bunu, özrünün kabul edilmesinin garanti olmadığını bilerek yapması cömertliğin ta kendisidir. Bu, pişman olan birey için anlamlı bir öğrenme sürecidir. Hata yaptığımızı fark ettiğimizde, bu hatanın temelindeki nedenlerin üzerinde de düşünürüz. Kendisinden özür dilenen kişi içinse bu pişmanlık ifadesi bir rahatlama ve yaraların iyileşmesi için bir fırsattır.

Her “özür dilerim”in hayatımızı temelinden değiştiren sonuçlar doğurmasına gerek yoktur. Zira her özür, işleri düzeltme yolunda küçük de olsa önemli bir adımdır. Paylaşılan bağışlanma hem geçmişi iyileştirir, hem de geleceğe yapılan bir yatırımdır aslında.

Kadın, küçükken çocuk felci geçirdiği için topal kalmıştı. Bir gün, hastaları beklerken odasının kapısı çalındı.
“Girebilir miyim?” Geçmişten gelen tanıdık bir yüzdü bu ilkokul öğretmeniydi. “Bir şey söylemem gerekiyor.”

“Oturun lütfen.”
Öğretmen bir mendil çıkarıp yaşlı gözlerini sildi. “Aradan uzun zaman geçti ve çok şeyler oldu. En önemlisi de kızım kızımm hastalığı. Onunla geçen her günüm ayrı bir sınav!” İkisi de belli belirsiz gülümsedi.
“Seni dün hastane koğuşunda gördüğümde vicdanımda sızlayan bir yara olduğunu anladım. Durdu. “Özür dilemem gerekiyor.”

“Ne için?”
“Çocuklar sınıfta seninle dalga geçerken hiçbir şey yapmadığım için. Çok utanıyorum.” “Ben hiçbir şey hatırlamıyorum,” dedi doktor kibarca.
“Bense unutamıyorum,” dedi öğretmen. “Özellikle de kızımın yaşadığı zorlukları gördüğümde.”
“Bu sözleriniz için teşekkür ederim.” “Senin çok iyi bir doktor olduğunu duydum.”
“Elimden geldiğince.”

Öğretmen çıktıktan sonra başını avuçlarının içine alıp ağladı huzur ve minnetle.

Bir özür dile getirilmediği sürece açık yara kapanmayacaktır. Özür dilemeyi bilmemek hatalardan ders almamaya direnmekten başka bir şey değildir. Hatanın farkında olup da özür dilememek ise düpedüz zalimliktir. Katılaşmış bir yürek hem şefkatin akışına engel olur hem de karşısındakinin onurunu zedeler. Gittikçe daha çok insan hatasız olduğuna inanmakta, hatta kusurları yüzüne vurulduğunda saldırganlaşmaktadır. Öfke ve hiddet de bundan doğmaktadır. Her zaman haklı olduğunda ısrar eden saldırgan bir tutuculuktur bu. Yanlış bir şey yaptığımızda sonunda kendimizi haklı çıkaracak baha neler buluruz her zaman. Kendi kendini sevmek, asla özür dilememektir bir anlamda. Yanlış yapılan bir şeye kafa tutup düzelteceğimiz yerde, bu mantığı tersine çevirip başkalarını ve şartları suçlamaya ve de kendimizi sonunda kurban göstermeye eğilimliyiz.

Bu şartlar altında dilenen bir özür samimiyetsiz kalmakta, karşımızdaki mağduru düşünmekten çok kendi yükümüzden kurtulma şekline bürünmektedir. Özgüven hızla yozlaşarak bir takıntıya dönüşmektedir. Sonuç kişinin kendini geliştirmesine de engel olmaktadır. Aynı oyunu ülkeler oynadığında sonuç ölümcül olmaktadır: Japonya İkinci Dünya Savaşı’nda fahişeliğe zorlanan Koreli kadınlar için özür dilemeyi reddediyor; Türkiye Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı sonrası bir hesaplaşma sayılabilecek Ermeni soykırımı için özür dilemeyi reddediyor; Kanada yerli halklarla yapılan anlaşmalann ihlali sonucu yürütülen asimilasyon için özür dilemeyi reddediyor. Sessizlik ve inkâr geçmişi değil bugünü etkilemektedir en çok. Haksızlık sürdürülmekte, adalet susturulmakta, kolektif
anlayışa yönelik bütün iyileşme ihtimalleri ortadan kalkmaktadır.

TRENLE RACASTAN GEZİM

Hindistan’ın kuzeybatısına ilk kez gidenler için…

Oxford yıllarımda sürekli seyahat ederdim; bir keresinde Hindistan’ı bilen dostlarımdan yardım istedim. Üniversite ile ilişkileri olan ve Hindistan’a ilk kez gidecek kişilere tur düzenleyen bu dostlarımın hepsi mutlaka tek bir bölge seçmemi söyleyerek aynı öğüdü vermişti. Zaten on beş günlük gezim, bu muazzam ülkeyi ne kadar kapsayabilirdi ki? ikinci olarak, ülke içinde tren yolculuğu yapmamı önerdiler. Karayollarında dünyanın en tehlikeli kazaları oluyordu ama demiryolları İngilizlerin bir mirası sayılırdı ve nispeten güvenliydi. Son olarak da, doğru mevsimi seçmem gerektiğini söylediler.

Ne çok sıcak ne de dinmek bilmeyen yağmurlarla geçen muson mevsimi uygundu.
Düşündüm taşındım ve Racastan’a gitmeye karar verdim. Kuzeybatıda kurak bir bölgeydi ama bir zamanlar racaların muazzam kaleler ve saraylar inşa ettirdiği ve gösterişli bir saltanat yaşadığı bir yerdi. Görmek istediğim dört kent vardı: Jodhpur, Jaisalmer, Udaipur ve Jaipur.

Dördüne de trenle kolayca gidebilirdim. Bölgeye gitmek için en uygun zaman Kasım ile Şubat ayları arasıydı ve benim Aralık tatilim tam da bu döneme denk geliyordu.

Dahası, seyahat için danıştığım dostlarım bana bütün yolculuk programımı hazırlamakla kalmadılar biri benimle bu seyahate gelmeye de karar verdi. Oxford mezunu bir gazeteci olan bu dostum daha önce Hindistan’da birkaç ay kalmıştı.

Hint hükümetinin turizm gelirlerini artırmaya yönelik politikası çerçevesinde, özellikle demiryollarında yabancılara özel indirimler yapılıyordu. Yeni Delhi’ye kadar uçakla gidip havalanından tren istasyonuna geçtiğimizde bayağı büyük bir kalabalığı görünce pek şaşırmadık.

Bilet gişelerinde uzun kuyruklar oluşmuştu. Ayakkabıdan portakala kadar akla gelebilecek her şeyi satan işportacılar ve çoğu çocuk olan dilenciler ayrıca bir kalabalık oluşturuyordu. Biz dosdoğru Turizm Bürosu’na giderek on beş günlük birinci sınıf biletlerimizi alacaktık. Fakat bu, yapacağımız seyahatler için tek tek bilet almaktan daha pahalıya geliyordu.

Ancak bu biletlerimiz kuyruklarda zaman kaybetmemizi önleyeceği için aradaki farka değerdi.
Birkaç saat çevrede dolaşıp istasyona döndüğümüzde kompartımanımız hazırdı ve istediğimiz gibi sadece iki yataklı bir kompartıman ayrılmıştı. Hindistan’da birinci sınıf kompartıman anlayışı, tam olarak Batılı bir zihniyete uymuyordu. Kişi başına düşen ulusal gelirin günde bir doların altında olduğu bir ülkede de daha fazlasını beklemek yanlış olurdu.

Yerler ve camlar pek temiz sayılmazdı; ama tren tam zamanında hareket etti. Bir süre rom içen subaylarla sohbet ettikten sonra trenin tatlı sallantısıyla güzel bir uyku çektik.

Birinci sınıf yolcular için genellikle yemek servisi oluyordu. Nitekim ertesi sabah kapımıza omletlerimizle birlikte kahve termoslarımız geldi. Görevli, Jodhpur’a varmak üzere olduğumuzu da bildirmişti ama camdan dışarı baktığımda sadece çıplak bir çöl alan gördüm. Ancak, kentin içine doğru girerken, dostlarımın anlattığı Racastan’a geldiğimizi anladım…

İstasyondan çıkar çıkmaz karmakarışık sokakların arasından içgüdülerimizle Mehrangarth Kalesi’ne giden yolu bulduk. Rudyard Kipling’in ‘melekler, periler ve devler tarafından yaratılmış’ diye tanımladığı on beşinci yüzyıl yapısının çevresinde rengârenk giysileriyle çocuklar dolaşıyor, inekler otluyordu. Sıra sıra dükkânların bulunduğu daracık sokakların arasında kalan kırmızı kumtaşından yapılmış kalenin fotoğraflarını çektim. Durduğum yerde makinem kendi kendine çalışıyordu sanki. Bir anda o kadar çok fotoğraf çekmiştim ki, yanımda yeteri kadar film getirmediğime pişman oldum.

Kuantumu kullanma yolları

Daha genel bir düzeyde ve ifadenin en yaygın kullanıldığı anlamıyla dünya görüşü, benlik anlayışını, ben ve ötekilerin anlatımını ve tüm bunlann daha geniş bir dünyayla (Doğayla ve diğer yaratıklarla bir bütün olarak çevreyle, gezegenle evrenle ve son olarak tannyla) ilişkisini, her şeyi kapsayan bir maksat veya bir yön duygusuyla birlikte bütünleştiren bir temadır. Bu düzeyde hepimiz, niçin doğduk ve niçin ölmek zorundayız, yaşamamızın anlamı ne ve nasıl sürecek, iyi olarak yaptıklanmız neler ve çektiğimiz acılann anlamı ne, sorulannı sorarız.

Eğer, bu en genel düzeyde birisi tutarlı bir dünya görüşüne sahip değilse, benlik ve dünya anlayışı çözülür. 0 zaman, kendimizi “boş”, yaşamlanmızı “anlamsız” hissederiz; her şey bize bir hiçmiş gibi gelir. Burada yaşanılan yabancılaşma, genel bir tinsel yabancılaşmadır.

Sonuç olarak, başanlı bir dünya görüşü tüm bu düzeyleri (kişisel, toplumsal ve tinsel) tek bir tutarlı bütün içinde toplar. Eğer bu gerçekleşirse, o zaman birey kendinin kim olduğu, niçin burada olduğu, başkalarıyla arasındaki bağın ne olduğu ve nasıl davranmanın değerli olduğu konusunda bir parça fikre sahip olur. Aksi takdirde, eklemlenmesi gereken dünya parçalanacak ve birey herhangi bir düzeyde, belki de tüm düzeylerde yabancılaşma yaşayacaktır.

Bir dünya görüşünün başan ya da başarısızlığı, eski bir dünya görüşünün yenildiği yerde yeni bir dünya görüşünün doğuşu; sonuç olarak bireye ve onun kendi deneyimleri ve sezgileriyle ne kadar temasta olup olmadığına bağlıdır. Jung’un dediğine göre, “son tahlilde, temel şey bireyin yaşamıdır… Biz, kendi çağımızı yaratırız.”1 Bireyin kendi çağını yaratma deneyiminin en önemli kısmı dünya ve kendisi hakkın daki bilgisi olacaktır.

Son 2000 yılın büyük bölümünde, Batı’daki insanlann büyük çoğunluğu herhangi bir dini grubun üyesi olsun olmasın Yahudi Hıristiyan bir dünya görüşünü benimsedi. Bu dünya görüşünün insanlara bireyin kozmos ve doğayla nasıl bir bağ içinde olduğu konusunda bir anlayış sunduğu açıktır. İnsanlar tanrının suretinden yaratılmış, o aşkın tannnm özel ürünüydüler. Yaşamlarımızı tannnm yarattığı düzende sürdürdük ve bize yeryüzünde bir üstünlük verildi. Yaşamımızın sonunda bir çeşit yargılama, yeniden doğuş ya da ölüm sonrası yaşam yaşayacağız.

Fakat tanrının yarattığı düzen sadece kozmosla değil, toplumsal ve kişisel yaşamın hemen her ayrıntısıyla ilgilidir, tannya inanç ve onun yasasını veya Oğul’u kabullenme yoluyla, insan başkalarına nasıl davranması ve onlara karşı nasıl hissetmesi gerektiğini bilir; işini nasıl idare etmesi, çocuklan nı nasıl eğitmesi; binalarını nasıl inşa etmesi ve nasıl müzik bestelemesi, hatta nasıl, ne zaman ve hangi şartlar altında sevişmesi gerektiğini bilir. Mutlaka birçok önemsiz, günlük istisnalar olmuştur, fakat her birey yaşamının her düzeyini kapsayan, ona kim olduğu, nereye ait olduğu ve yaşamının neden bir anlamı olduğu konusunda bir anlayış sağlayan birleştirici bir temaya sahiptir. Geleneksel Yahudi Hıristiyan dünya görüşü tutarlılığını ancak dayalı olduğu birçok kozmolojik varsayımı modern bilimin yerle bir etmesiyle yitirmeye başladı. Bireyin kendisi ve dünyası hakkındaki gittikçe artan bilgisi artık Mukaddes Kitap’taki yaratılış hikayesi, dünya merkezli evren kozmolojisi, insanın özgünlüğünün biyolojisi, fiziğe karşı koyan mucizeler ruhu, kutsal haberciler ve ilahi müdahaleyle uyum sağlamaz hale geldi.

Metafizik ve kuantum

Çağın yeni ruhu, anlamak, neden sonuç ilişkisini akılcı bir yolla dile getirmek ve meydana gelen bir şeyin mekaniğini tam anlamıyla açıklamaktı. Bu kitapta geniş yer vererek sözünü ettiğim mekanik dünya görüşü doğdu ve modern yaşamın hemen her yanına değindi.

Fakat Yahudi Hıristiyan dünya görüşünün bireyin her yönünü ve yaşamının her düzeyini tutarlı bir şekilde toparlayarak elde ettiği başarıyı mekanik dünya görüşü elde edemedi. Başarısızlığı, en başta bilinci açıklayamamasıyla ya da onun tanımını bile yapamamasıyla başladı. Amerikalı filozof Law rence Cahoone’m, “üç öldürücü ikilik” özneyle nesnenin ayrılması (zihin ve beden, içsel ve dışsal), bireyle ilişkilerinin ayrılması, insan kültürünün dünyasıyla biyofiziksel işlemlerin doğal dünyasının ayrılması diye adlandırdığı özellik yüzünden çok yıprandı.2 Mekanik dünya görüşü bize şeyleri açıklayan bir bilimle onlan şimdiye dek olmamış bir şekilde sömüren teknolojiyi başanyla vermiştir, fakat bunların bedeli insan yaşamının her düzeyinde yaşanan yabancılaşmadır.

Bu “üç öldürücü ikilik” bizi bilinçli insanlar olarak kendimizle (bedenlerimiz, geçmiş ve geleceğimiz) ötekiler veya doğanın dünyası ve gerçekler arasında nasıl bir bağ kuracağımız konusunda şüphede bıraktı. Bu sorulan çözmeye çalışırken, psikolojimiz, felsefemiz ve dinimiz zıt karşıt kutuplara yönelerek parçalandı. Bu çağ ile ilgili Yeats şöyle der: “Her şey dağılıyor, merkez artık şeyleri bir arada tutamaz bir halde.”

Zihinle bedenin veya içselle dışsalın birbirinden aynl ması aşırı uçta bir öznellik (nesnesiz bir dünya) ve aşırı uçta bir nesnellik (öznesiz bir dünya) ikiliğinin doğmasına neden oldu. İdealim, bu yüzden maddenin gerçekliğini veya önemini yadsıdı ve her şeyi zihne indirgedi. Öte yandan materyalizm zihnin gerçekliğini ve önemini yadsıdı ve her şeyi maddeye indirgedi. Freud içsel olanın gerçek ve ulaşılabilir, dışsal olanın ise bir yansımadan ibaret olduğunu varsaydı. Mistisizmin bir çok kolu bu görüşü benimsedi. Örneğin dünya Maya’nın, yanılsamanın peçesidir. Diğer bir uçta davranışçılık dışsal olanın gerçek olduğunu varsaydı fakat onun içselle olan ilişkisini yadsıdı, ruhsuz psikoloji haline geldi.

Bireyle ilişkilerinin birbirinden ayrılması, bir yandan abartılı bir bireyciliğe; diğer yandan da bireylerin anlamı veya önemini yadsıyıp insanların sadece ilişkileri üzerinde yoğunlaşan Marksizm benzeri zorlama bir toplulukçuluğa yol açtı.

Kültürle doğanın birbirlerinden ayrılması hem her çeşit göreceliğe (olgusal, ahlâksal, estetik ve tinsel değer yargıları) hem de dogmalara ve aşırı köktendinciliğe yol açtı.